Yayınlanma Tarihi: 2 Eylül 2013 — okunma
‘Dünya Barış Günü’ ne zaman?
“Savaşların yaşanmadığı bir dünya hepimizin hedefi olmalı. Aksi halde şiddetin en büyüğü olan savaş kanıksandıkça insan öldürmek sıradan bir iş haline geliyor.”
“Günümüzde savaşlar toplumun tüm alanlarına yayılarak büyük ölçüde kadınları ve çocukları etkiler hale gelmiştir.”
Raflarında yüzlerce dosyanın çözüm beklediği Birleşmiş Milletler’in (BM), uluslararası sorunlara dikkat çekmek amacıyla başvurduğu çeşitli yöntemlerden biri de uluslararası günler. BM her yıl 100’den fazla günü bu kutlamalara ayırıyor. İşte bu günlerden biri de “Dünya Barış Günü”.
Dünya Barış Günü, kaynağını BM kararlarından alıyor. BM, 30 Kasım 1981 tarihinde, her yıl Genel Kurul oturumlarının başlangıç günü olan eylül ayının üçüncü salı gününü “Uluslararası Barış Günü” olarak ilan ediyor ve amacını ise şöyle açıklıyor: “Üye ülkelerin bu tarihte barış etkinlikleriyle barışı teşvik etmesi ve dünyada barış ortamını geliştirmesi.” Ancak bu karar BM’nin 7 Eylül 2001 tarihli oturumunda 21 Eylül olarak değiştiriliyor. Bu defa amaç şu şekilde belirleniyor: “Tüm dünyada ‘savaşsız bir gün’ adı altında özellikle çatışma olan bölgelerde bir günlük ateşkes ilan edilmesini teşvik etmek ve bu şekilde de kalıcı barışın sağlanabileceğini göstermek.” Bu tarihin seçilmesinde İngiliz film yapımcısı Jeremy Gilley etkili oluyor. Gilley, 1999 yılında “Bir Günlük Barış” adıyla başlattığı kampanyayla “dünyadaki tüm çatışmaların bir gün süreyle durmasını ve çocukların o gün savaşlarda ölmemelerini, sakat kalmamalarını” amaçlıyor.
Dünya Barış Günü, her yıl BM’ye üye tüm ülkelerde 21 Eylül’de kutlanarak gün boyunca düzenlenen gösterilerde barış ve ateşkes çağrısı yapılıyor. Bu çağrılar tüm dünyada “çatışmaların önlenerek barışın kurulması yolunda bilinçlenmeyi” hedefliyor. BM Merkezi’nde her 21 Eylül’de “Barış Çanı” çalınıyor. Bu çan, 1 Eylül 1939 tarihinde başlayan İkinci Dünya Savaşı’nda ABD’nin iki atom bombası saldırısıyla üç gün içinde 140 binden fazla insanını kaybeden, daha sonraki yıllarda da bu patlamaların meydana getirdiği radyasyon nedeniyle on binlerce insanı ölen ya da sakatlanan bir ülke olan Japonya tarafından üretilip armağan edilmiş. Çanın, dünyanın tüm kıtalarından çocukların bağışladıkları bozuk paralardan yapıldığı söyleniyor. Küresel dayanışmayı simgeleyen çanın üzerine Japonca “Çok Yaşa Mutlak Barış” yazısı kazınmış. Çan simgesel olarak “çanların artık barış için çaldığını” vurguluyor.
Dünya Barış Günü önceleri, eski Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) ve Varşova Paktı (Doğu Bloku) üyesi ülkelerin öncülüğüyle, “barış içinde bir dünya mücadelesi” görevini anımsatmak ve savaşın yarattığı yıkımın unutulmamasını sağlamak amacıyla BM’nin aldığı bir kararla İkinci Dünya Savaşı’nın başlangıç tarihi olan 1 Eylül’de kutlanmaya başlanmış. SSCB’nin çöküşü ve ardından Varşova Paktı’nın dağılmasına kadar da bu kutlamalar sürmüş.
Bugün 1 Eylül’ü “Dünya Barış Günü” olarak sadece Türkiye ve KKTC kutluyor. Her yıl çeşitli kurum ve kuruluşların, sivil toplum örgütlerinin gösteriler, toplantılar, paneller düzenleyerek kutladıkları “Dünya Barış Günü” ülkemizde neden 21 Eylül’de değil de 1 Eylül’de kutlanıyor ve 1 Eylül’de sadece bizde ve KKTC’de kutlanıyorsa adı neden “Dünya Barış Günü” oluyor sorusunun cevabını ben bulabilmiş değilim.
Öyle ya da böyle, hangi tarihte olursa olsun sonuçta barış her zaman anılmaya da, kutlanmaya da değer bir kavram. Özellikle de dünya gündemi savaşlarla bu denli doluyken barıştan çok daha fazla söz etmemiz daha da önem kazanıyor.
1 Eylül 1939’da Nazi Almanya’sının Polonya’yı işgaliyle başlayan ve 8 Mayıs 1945’te sona eren İkinci Dünya Savaşı; ardında 52 milyon ölü, milyonlarca yaralı, sakat insan; yakılmış yıkılmış, moloz yığınına dönüşmüş kentler; acı, gözyaşı, yoksulluk ve dahası insanlarda yarattığı büyük ruhsal çöküntülerle tarihin en kanlı, en acımasız savaşlarından biri olarak tarih sayfalarında yerini almıştır.
İnsanlık tarihi kadar eski olan savaşlar, sadece insanların ölmeleri, yaralanmaları ya da sakat kalmalarıyla sonuçlanmıyor. Savaşlar sürüp giden, devam eden etkileriyle gelecek kuşakları da derinden yaralayan ağır bir travmadır. İlkel topluluklarda hayatta kalabilmenin koşulu olan savaşlar, kapitalist dünyada egemenlik kurmanın ve yeni pazarlar oluşturmanın yolu haline gelmiştir.
Eski yüzyıllardaki savaşlarda ölenlerin ya da sakatlananların çoğunluğunu askerler ya da başka türlü ifade edersek yetişkin erkekler oluşturuyordu. Oysa geçtiğimiz 20. yüzyıl ve içinde yaşadığımız 21. yüzyılda bu vahşet, sınırlarını genişleterek kadınları ve çocukları da çok büyük oranda kapsar hale gelmiştir. İstatistikler 1990 yılından itibaren savaşlarda hayatını kaybeden insanların yüzde 90’ının kadınlardan ve çocuklardan oluştuğunu gösteriyor. Bu durum savaşların cephelerden çıkarak toplumun tüm alanlarına yayıldığı anlamını taşıyor.
Savaşın etkileri bununla da bitmiyor. Çeşitli ruhsal bozuklukların ortaya çıkması, temel insani değerlerin yitirilmesi, bireysel şiddetin ve saldırganlığın artması, kişinin kendisine ve toplumuna yabancılaşması ve giderek yeni kuşakların kişilik gelişimlerinin bozulması gibi olumsuz etkileriyle savaş, insanlığın en büyük baş belası. Özellikle de tüm insanlığın geleceği olan çocuklarda önemli, kalıcı ruhsal çöküntülere neden olmakta.
UNICEF 1996 yılında “Dünya Çocuklarının Durumu” adıyla bir rapor yayınladı. 1986-1996 yılları arasını kapsayan bu on yıllık dönemde tüm dünyada yaşanan savaşlarda çocuk bilançosu şöyle: “2 milyon ölü, 5 milyon sakat, 12 milyon evsiz, 1 milyon anasız-babasız, 10 milyonu aşkın ruhsal sarsıntı geçirmiş çocuk!”
Savaşların yaşanmadığı bir dünya hepimizin hedefi olmalı. Aksi halde şiddetin en büyüğü olan savaş kanıksandıkça insan öldürmek sıradan bir iş haline geliyor. Savaşı önlemek için her şeyden önce barışın, demokrasinin bir yaşam biçimi olarak benimsenmesi gerek. Bu noktada hepimize ciddi görevler düşüyor. Son sözü şiir söylesin istiyorum ve burada mutlaka büyük çoğunluğunuzun da bildiği bir şiiri yeniden paylaşmak üzere aktarıyorum. Bu şiir, İkinci Dünya Savaşı sırasında Amerika’nın Japonya’yı durdurmak için Hiroşima’ya attığı atom bombasıyla yedi yaşındayken ölen bir kız çocuğunun on yıl sonraki barış çağrısını ve savaşın çocuklar üzerindeki etkisini anlatıyor.
KIZ ÇOCUĞU
“Kapıları çalan benim / kapıları birer birer. / Gözünüze görünemem / göze görünmez ölüler. / Hiroşima’da öleli / oluyor bir on yıl kadar. / Yedi yaşında bir kızım, / büyümez ölü çocuklar. / Saçlarım tutuştu önce, / gözlerim yandı kavruldu / Bir avuç kül oluverdim, / külüm havaya savruldu. / Benim sizden kendim için / hiçbir şey istediğim yok. / Şeker bile yiyemez ki / kâat gibi yanan çocuk. / Çalıyorum kapınızı, / teyze, amca, bir imza ver. / Çocuklar öldürülmesin / şeker de yiyebilsinler.” Nâzım Hikmet / (1956)
Hazırlayan: Semra Yiğit / smryigit@gmail.com