Yayınlanma Tarihi: 22 Ocak 2015 — okunma
Sevgili Semra,
Sana epeydir yazamadım, lütfen kusura bakma. Biliyorsun biraz sıkıntılıyım son zamanlarda. İşim öyle bunaltıcı ki! Bütün gün saçma sapan insanların saçmalıklarına katlanmak zorunda kalıyorum. Duvar gibi dursam bile görüyorum, duyuyorum. Onlarla aynı ortamda olmak inan çok yıpratıcı. İşini bırak demezsin biliyorum ama… dediğini varsaysam bile… işsizlik daha da büyük bir dert. Belirsizlik, parasızlık bu durumdan da beter. Burada hiç olmazsa ayın 1’i güzel, en azından maaşım iyi.
Şimdi evde, telefonlu sehpanın yanındaki koltuğa oturmuş bir yandan dışarıyı seyrederken bir yandan da sana yazıyorum. Hafta sonu tatilinin bu ilk gününde yağmur yağıyor. Sokağa çıkmak istemiyorum. Şemsiye kullanmayı hiç sevmem, bilirsin. Başım hâlâ dertte şemsiyeyle. Çıkarken almayı unuturum, aldımsa bir başka yerde unuturum. İner, çıkar, tekrar inerim merdivenleri. Yine öyleyim yani, hep aynı.
Bu hafta şirkette yaşadığımız bir olayı seninle paylaşmadan edemeyeceğim. İdare müdürümüz var ya hani sen de tanıyorsun, adam metresini getirip tanıştırdı bizimle. Düşünebiliyor musun? Dondum kaldım. Nasıl davranmam gerektiğini bilemedim. Karısını da çocuğunu da tanıyoruz üstelik. İnsanlar hangi arada bu hale geldiler? Birkaç saat kendimle mücadele edip ona hak verebileceğim bir şeyler aradım; yok, bulamadım. Canım çok sıkıldı. Ayıp denen bir şey var, öyle değil mi? Bu kadar da olmaz ki! Düpedüz saygısızlık bu. Almış kadını Bodrum’a götürmüş, bir de gelmişler birlikte, pişkin pişkin muhabbetini yapıyorlar. “Amaan boş ver, bana ne?” diyorum… gene de boş veremiyorum. Sahi, sen ne dersin bu konuda?
Zaten şaşırmamayı hiçbir zaman öğrenemeyeceğim ben. Ölürken bile gözlerim şaşkınlıktan açık gidecek. Bak sana bir olay da geçmişten anlatayım. Genç bir arkadaşımızı yitirmiştik. Çok sarsılmıştık. Nişanlısı ve yoldaşı olan kız arkadaşımız diş hekimiydi. “Yaşadığı bu büyük acıdan sonra nasıldı? Kendisini toparlayabilmiş miydi? Acaba şimdi ne yapıyordu?” gibi düşüncelerle kalkıp birkaç ay sonra onu görmeye, hatırını sormaya gittim. Daha önce hiç bilmediğim muayenehanesini arayıp buldum. Bulmaz olaydım. Şimdi sıkı dur; kendisi gibi bir diş hekimiyle nişanlanmıştı ve evlenip Eskişehir’e yerleşme hazırlıkları içindeydi. Çok rahattı. Öyle rahattı ki benim sıkıntılı halim münasebetsizlik gibi kalıyordu yanında. Her şeyi çoktaaan geride bırakmıştı. Olan biten elinin kiriydi sanki; yıkamış, aklanıp paklanmıştı. Ben onu teselliye gitmişken o beni teselli ediyordu. Şaşkınlığımı hayal edebiliyor musun? O görüşmenin hemen ardından kendimi sorgulamaya başladım. Acaba bende mi bir anormallik vardı? Ben mi her şeye böyle körü körüne saplanıp kalıyordum. O gün yaşadığım travmanın etkisinden hiçbir zaman tam olarak kurtulabildiğimi söyleyemem. Üzerimde kalıcı izler bıraktı. Bir süre dostluğa, sevgiye, arkadaşlığa, samimiyete olan inancımı yitirdim. Nâzım boşuna dememişti elbette, “yaşarsın, karıcığım,/ kara bir duman gibi dağılır hatıram rüzgârda;/ yaşarsın, kalbimin kızıl saçlı bacısı,/ en fazla bir yıl sürer/ yirminci asırlarda/ ölüm acısı” diye.
Akşamları iş dönüşü uzun uzun yürüyorum; çünkü başka türlü toparlayamıyorum kendimi. Bazen o da işe yaramıyor ya. Dün akşam da öyle oldu. Eve girdiğimde hâlâ kendime gelememiştim. Sevdiğim şarkılardan medet umarak müzik dinledim, kitap karıştırdım. Sonra zamana işaretler bıraktığım dosyayı gördüm; içinde küçük küçük şeyler var. Mesela bir arkadaşımın el yazısıyla esprili bir notu, bir gazete kupürü, bir broşür, bir rozet, bir sergi açılışı davetiyesi, bir tiyatro bileti, küçücük bir çocuğun yaptığı resim vs… Onların arasında dolaştım bir süre. Derken acıktığımı hissettim. İşte bu iyiye işaretti; sağlık belirtisiydi ve “kendine geldin” müjdesiydi. Yani pazartesiye kadar beynim bana aitti.
Fırsat bulup yazabilirsen sevinirim. Özlemle kucaklıyorum. Sevgiyle kal…
Mine