Yayınlanma Tarihi: 9 Temmuz 2015 — okunma
Sevgili Semra,
Her şey yolunda mı, iyi miyim, kötü müyüm, inan ki ben de bilmiyorum. Hayatım birden bire değişti. Şahin yurtdışına gidiyor… gitmek zorunda. Aniden ortaya çıkan bu duruma uyum sağlayamadım henüz. Duygularım bir o yana bir bu yana gidip geliyor. Bazen sanki onu bir daha hiç göremeyecekmişim gibi hissediyorum. Keşke yanımda olsaydın. Seninle konuşmaya o kadar çok ihtiyacım var ki… Yağmur yağıyor. Sesini dinliyorum. Şu ara duygularımla en iyi örtüşen şey yağmur. Gelişmeleri yazarım sana.
Einstein’dan söz ediyorsun ya… iyi ki onun gibi insanlar da var. Yoksa dünya hepten çekilmez olurdu. “Kendinizi Alman olarak mı yoksa Yahudi olarak mı görüyorsunuz” diye soran birine, “Kendimi sadece bir insan olarak görüyorum. Irkçılık, çocukluk hastalığıdır. İnsanlığın kızamığıdır” demesi bile başlı başına bir umuttur insanlık için.
Sahi Semra, o kayınvalide olayı nedir?.. Daha önce neden hiç söz etmedin bana? Çok sıkılmış olmalısın o dönem. “İnsan insanın kurdudur” sözünü hatırlıyorum tabii, ama yine benzer şekilde “Cehennem başkalarıdır” diyen Sartre’ı da unutmamak gerek dersem eminim hak verirsin bana.
Aslında, her şey bir muammadan ibaret; kafamızı ne kadar yorarsak yoralım… Kıskanmak ise çok garip bir duygu. Tabii ki insana özgü bir şey o da. Fakat, ne bileyim, insanın da biraz kafasını kullanması gerekir, öyle değil mi? Neyi, niçin kıskanacaksın? Birlikte olduğun insana güveniyorsan kıskançlık niye? Güvenmiyorsan o halde birliktelik niye? Önceden güveniyordun ama sonra güvensizlik mi başladı, bırak gitsin ya da sen çek git. Kimsenin bekçisi falan da olma. “Eee, bu kadar kolay mı?” dersen, “Evet, bu kadar kolay.” En azından güvenmediğin biriyle yaşamaktan da, birinin bekçiliğini yapmaktan da kolay. Böylece kendinle barışık kalırsın hiç olmazsa. Yetmez mi? Artar bile. Haa üzülmez misin? Elbette üzülürsün, hem de çok üzülürsün… Korkma geçer; er geç geçer… Yeter ki ölüm olmasın. Ölümden gayrısına çare var. Böyle düşünmekte haksız mıyım?
Şimdi bak bir kadın hikâyesi de ben hatırladım. Anlatayım sana. Dergide çalıştığım dönemde bir izin günü ev telefonum çaldı. Açtım. Karşımda, “İyi günler, Mine Hanım’la mı görüşüyorum” diyen yabancı, soğuk, resmi bir kadın sesi. “Evet, benim, buyurun?” dedim arama nedenini soran bir vurguyla… Kadın filancanın eşi olduğunu söylüyor, kocasını nereden tanıdığımı soruyordu bana. Şaşkınlıktan ağzım bir karış açık söylediği ismi hatırlamaya çalıştım… ancak adamı nereden tanıdığımı, hatta tanıyıp tanımadığımı bile hatırlayamıyordum. Mahcup, şaşkın, “İnanın hatırlayamadım hanımefendi, ama ben gazeteciyim, belki o nedenle telefonum vardır kendisinde. Kocanız ne iş yapıyor?” “Fotoğrafçı benim kocam” dedi. Bu iyiydi; demek ki basın camiasından tanışıyorduk. Bu defa başladım tanıdığım bütün foto muhabirlerini bir bir gözümün önünden geçirmeye. Fakat söylenen ismi bir türlü hatırlayamıyordum. “Yok hanımefendi, gerçekten hatırlayamadım. Tanışıyorsak bile mutlaka basından tanışıyor olmalıyız” dedim. Artık söylediklerimin gerçekliğini sesimden, vurgularımdan, konuşma tarzımdan yakalayabilecek kadar feraset sahibi miydi bilmem ama kapattı telefonu.
Telefonu kapattı kapatmasına da kafam takılı kaldı telefondaki sese. “Sahi kimdi bu adam? Kendisinde ev telefonum olduğuna göre mutlaka iyi tanıdığım biri olmalı, görüşebileceğim biri.” Düşüne düşüne buldum sonunda; serbest fotoğrafçılık yapan, bizden epeyce büyük, sevip saydığımız bir abimizdi. Dışardan çalışırdı bize. Ben işten ayrılıp başka bir yere geçince bağımız kopmuştu. Bir gün yolda rastlamıştım kendisine. Kısa bir sohbetin ardından, fotoğraf işi çıkarsa bağ kurabilmek amacıyla telefon numaralarımızı vermiştik birbirimize. Sanırım eşinin, “kül yutmaz zehir hafiye” edasıyla “yakaladığı” telefon numarası o gün yazdığı numaraydı. Kadının bu telefon konuşmamızı kocasıyla paylaşıp paylaşmadığını bilmiyorum ama beni bir daha aramadı. İyi ki de aramadı.
Yeni mektuplarda buluşmak dileğiyle… Kucak dolusu sevgiler…
Mine