Yayınlanma Tarihi: 11 Aralık 2014 — okunma
Ne gereksiz şeylerle uğraşıyoruz. İtibarı saraylarda, köşklerde arıyoruz. Saltanat kaldırılalı çok oldu ama hâlâ padişahlık düzeni peşinde koşuyoruz. Cumhurbaşkanı’nın başbakanlığı döneminde kendisine, “Padişahım sen çok yaşa” diye seslenen bir adamın görüntüsü geliyor şimdi gözümün önüne ve ardından Başbakan’ın onu, elini kalbinin üstüne koyarak sevgi dolu selamlayışı… Her konuda açıklama yapan Başbakan bu konuda da birkaç söz eder diye ummuştum o zaman. Ne bileyim, mesela şunun gibi bir iki cümle söyleyebilirdi: “Olur mu öyle şey; biz demokratik, çağdaş bir ülkeyiz. Egemenlik kayıtsız şartsız halkındır (milletindir). Ben halk tarafından, demokrasiyi savunduğum için seçildim. Padişah da ne demek?” Yok. Öyle bir şey demedi o zamanın başbakanı, şimdinin cumhurbaşkanı. Yoksa artık padişah mı seçiyoruz?..
Sonunda devlet yönetimini de saraya taşıdık. Önceleri Ak-Saray’dı, sonraları ne düşünüldüyse düşünüldü, bu söylemden vazgeçildi. Artık Cumhurbaşkanlığı Sarayı. Cumhur ile saray, birbirleriyle hiç de uyumlu iki sözcük olmasa da… Cumhuriyet yönetiminin 91. yılına rağmen kafaları saltanat düşüncesinden bir türlü kurtaramıyoruz. Adliye binası adliye sarayı, simit dükkânı simit sarayı, vs… ABD’nin başkanlık konutunu bile kendimizce adlandırıp Beyaz Saray yapmışız. Padişah soyundan gelseler, tamam fıtratlarında var diyeceğim, ama halk çocuklarının böylesine padişahlık özlemi içinde olmalarını gerçekten anlayamıyorum. Oysaki insanlık tarihi aynı zamanda, her türden hükümdara ve diktatöre karşı verilen özgürlük mücadelelerinin de tarihidir. Tarihin akışı geriye döndürülebilir mi?
İnsan düşüncesine 2500 yıldır yön veren ünlü filozof Sokrates, “Zenginlikle, parayla pulla elde edilmez erdem; ama zenginlik, genel olsun özel olsun her türlü iyilik, ancak erdemden gelir” diyor. Sokrates hiçbir şey yazmamış. Onun en önemli uğraşı sokaklarda, meydanlarda her yaştan insanla, özellikle gençlerle konuşmak, aptalı oynayarak onlara kafalarını karıştıracak sorular sormak olmuş. Sokrates’in düşüncesini günümüze, yazdığı çok sayıdaki diyalogla öğrencisi Platon (Eflatun) taşıyor. Yani biz onu Platon’un gözünden, Platon’un kaleminden tanıyoruz. Sokrates’in en çok kullandığı iki sözden biri, “Benim tek bildiğim, bir şey bilmediğimi bilmektir”, diğeri ise “Kendini tanı” imiş.
Sokrates 70 yaşındayken, “devletin tanrılarına karşı geldiği ve gençlerin ahlakını bozduğu gerekçesiyle” 275 oya karşı 281 oyla ölüme mahkûm ediliyor. Dostları arasında baldıran zehrini içmeye hazırlanırken, kaçmasına göz yumulacağı haberini aldığı halde bunu yaparsa düşüncelerine ters düşmüş olacağı için kaçmak yerine zehri şarap içer gibi başına dikerek ölümü seçiyor; aslında ölümsüzlüğü… Sokrates’in bu şekilde ölüme gönderilmesi o zaman 28 yaşında olan öğrencisi Platon’u derinden etkiliyor. Platon ilk felsefi iş olarak Sokrates’in savunmasını kaleme alıyor. Sonra da böyle bir bilgeyi ölüme gönderen düzeni sorgulamaya başlıyor. İşte kendisi de tarihin en büyük filozoflarından biri olan Platon’un bilindiği gibi en önemli eseri Devlet, böylece ortaya çıkıyor. Doğuda ve Batıda, Hıristiyanlıktan ve Müslümanlıktan önce insanlık değerlerinin toplandığı en önemli kitap olan Devlet’i bir bakıma Sokrates’in ölümü doğurmuş oluyor.
Sokrates, savunmasının bir yerinde şöyle der: “Yavaş olan ve dürtülmesi gereken bir atı andıran devleti yerinden oynatmak için Tanrının tebelleş ettiği benim gibi bir atsineğini kolay kolay bulamazsınız. Ben Tanrının, devletin başına tebelleş ettiği bir atsineğiyim; her gün her yerde dürtüyor, uyarıyor, azarlıyorum, ardınızı bırakmıyorum.” Sözlerinin devamında ise büyük bilge, atsineğine insanın ne yaptığını hatırlattıktan sonra şunları söyler: “Tanrı size acıyıp benim yerime başka bir atsineği gönderinceye değin, yaşamınızın geri kalan bölümünde uykuya dalarsınız gene.”
Bizim saraylara, köşklere değil kültür merkezlerine, halkevlerine, köy enstitülerine ihtiyacımız var. Biliyorum, atsineği olmak çok zor; ama bize şakşakçılar, dalkavuklar, soytarılar değil atsinekleri lazım.