Yayınlanma Tarihi: 7 Ekim 2016 — okunma
Eskiden haberleşme bu kadar olamıyordu. İmkânlar buna müsait değildi. Ülkemizde en yetkili haberleşme mektupla oluyordu.
Her köyün bir postacısı bir de posta günü vardı. O gün geldiğinde potacı köyü dolaşır hangi aileye mektup yani gurbetten bir haber gelmişse bildirirdi.
Zamanlar PTT Acenteliği adı altında yürütüldü bu işler. Acentelik kurulunca postacı dolaşmadı köylerde. Mektupların sabit bir merkezi olmuş oldu. Haftanın her günü mektup gelebilirdi.
Mektupların en ilginç yanlarından biri mektup yazan kişinin elinin kâğıda çizilmiş olmasıydı. Bu bile mektuba ayrı bir ruh katıyordu. Bu yöntem daha çok gurbete yollanan mektuplarda oluyordu. Şayet Gurbetteki kişinin çocukları varsa ayrı ayrı elleri çizilir posta ile yollanırdı.
Mektup içinde yazılan yazılar kadar zarfın içine konulanlar da önemliydi. Önceleri el şekilleri çizilir, bazen kurutulmuş bir çiçek yaprağı konurdu. Yani satırlara başka bir anlam yüklenirdi.
Zaman ilerledikçe zarfların içinden fotoğraflar da çıkmaya başladı. Özellikle gurbette olanlar bir fırsatını bulup “vesikalık” veya “yarım vesikalık” adı verilen fotoğraflardan konulurdu. Fotoğrafın arka yüzüne not düşmek adettendi. Düşülen notların çoğunda “Bu cansız suretim size hediye olsun” şeklinde yazı bulunurdu. Ayın tarihi yazılması unutulmaz ve nadirattan imza da atılırdı.
“Bu cansız suretim” önemli bir ifadeydi ve çok şey anlatıyordu. Çünkü fotoğrafta kişi sahibine benziyordu. He görüldüğünde sahibi akla geliyor bir şekilde hatırlanıyordu. Hele odada görünen bir yerdeyse bir bakıma aile içinde yer alıyordu. Tek fark konuşamamış olmasıydı. Bu açıdan cansızdı. Ama sahibi aslında yaşıyordu.
Aslına bakarsanız yaşayan kişilerin fotoğrafları çok şey anlatıyor. Daha doğrusu fotoğraf çok şey anlatıyor. Ancak günümüzde fotoğrafı o kadar çok kullanır olduk ki “adet-i adiye”den oldu. Yani basit bir adet veya alışkanlık haline geldi. Hele sosyal medya denilen “sanal” hem gerçek hem de yalan ortamda insanlar yedikleri ve içtiklerini bile fotoğraf yoluyla paylaşıyorlar. Böylece sanki bir önemi yokmuş haline geliyor.
Aslına bakılırsa bu yazıyı yazmak aklıma geçen hafta geldi. Havanın da güneşli olmasından istifade elimde fotoğraf makinesi Ünye’yi dolaşıyordum. Daha çok deniz sahilinde ve parklar daha cazip geliyor.
Kendimce bazı yerlerin fotoğrafını çekerken üç delikanlı bana yaklaştı ve aralarından biri “Amca bizim de fotoğrafımızı çeker misiniz” dedi. Delikanlıları kırmak olamazdı. “Nerede isteseniz” dedim. Kendimizce bir yer bulduk. Çakırtepe ve Ünye İskelesini karşıda gören bir yer bulduk. Yani fonumuz Ünye oldu.
Delikanlılar önce çerli, daha sonra ikişerli poz verdikten sonra sıra tek tek çekimlere geldi. Fotoğraf çekme işlemi bittikten sonra bunları nasıl alabileceğini sordular. Ben yıllar öncesindeki imkansızlıkları düşündüm bir an. Yazının başındaki bölüm hafızamda resmigeçit yaptı. Ve günün imkânlarını değerlendirerek hanginizin “Face hesabı” var dedim. Biri ismini söyledi. Ben de not kağıdına ismi kaydettim.
Bu arada bana “Ne kadar ödeyeceğiz” diye sormazlar mı? Önce yüzlerine baktım. Çok masumlardı. İçimden “Kim bunlara her şeyin bir karşılığı olduğunu öğretmiş acaba” diye geçirdim. Sonra da “Bedeli dua veya teşekkür” diyerek yanlarından ayrıldım.
Akşama hemen fotoğrafları Face adresini verene gönderdim. Şimdi onlardan bir tanesiyle sosyal medyadan arkadaşız. Cansız suretleri hala fotoğraf makinemin hafıza kartında duruyor.
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.