Yayınlanma Tarihi: 5 Haziran 2014 — okunma
Sabah erkenden kalktım; her zamanki gibi… Burada güneş batıya nazaran erken doğduğundan hayat da erken başlıyor. İsteseniz de yatamıyorsunuz geç vakte kadar. Her hafta kurulan köylü pazarı evimize çok yakın. Köylüler kendi yetiştirdikleri sebzeleri, meyveleri, ürettikleri ne varsa satıyorlar bu pazarda; süt, yoğurt, çökelek, tereyağı, mısır, un vs… Ünyeliler bizi de alıştırdılar, her hafta uğrar oldum pazara. Her şey doğal. Hani büyük kentlerde organik diyorlar ya işte onlardan. Ama hiç ucuz değil. Burayı bilmeyenler, ucuza yaşanılan bir yer olduğunu düşünüyorlar da o yüzden belirtiyorum bunu. Ünye’de biraz ucuz olan şey, ev kiraları ve elektrik-su fiyatları. Bunların dışında kalan her şey büyük şehirlerde olduğundan daha da pahalı.
Ünye’ye geldikten kısa bir süre sonra fark ettim ki buranın yerlisi öyle kolay kolay marketten yoğurt, süt, yağ gibi şeyler almıyor; pek mecbur kalmadıkça sebze, meyve de… Yiyemiyoruz, diyorlar. Biz de deneyelim dedik pazarı; denedik de… Büyük şehirden gelen bizler önce köy ürünlerine alışamadık. Markete devam ettik. Daha sonra konuk olduğumuz evlerde yedikçe hoşumuza gitmeye başladı. Tekrar denedik köy ürünlerini… derken bu bir süre böyle gitti geldi; bir pazardan bir marketten… Ve nihayet alıştık doğal ürünlere. İş şimdi alışveriş yapacak doğru kişileri bulmaya kalmıştı. Kadınlar, hele de yaşlı kadınlar benim için her zaman öncelikli olduklarından onlardan başlayayım dedim aramaya.
Hemen o hafta pazarda yoğurt satan yaşlı bir teyzeye yanaştım. Durumu lisan-ı münasiple anlatım. “Memnun kalırsam eğer her hafta senden alışveriş yaparım” diye de eklemeyi ihmal etmedim. “Bu yoğurt çok güzel, çok taze” dedi, “ Bak gör her hafta geleceksin” dedi, “Erkenden gelmen gerekmez. Ben senin yoğurdunu ayırırım” da dedi. Dedi de dedi. Yoğurdu aldım. Çok emindi kendinden. Çok güveniyordu yoğurduna. “Kimse yoğurdum ekşi demez” diye de bir atasözümüz var ama… haydi hayırlısı! Beni inandırdı. Gerçi ben de inanmaya dünden teşneydim ya.
Eve gelince diğer yiyeceklerle birlikte yoğurdu da buzdolabına yerleştirdim. Ertesi gün akşama doğru yemek hazırlarken kullanmak üzere yoğurt bidonunu dolaptan aldım ve kapağını çevirmeye başladım. Beş litrelik plastik bir yoğurt kabı. Daha bir tur çevirdim çevirmedim, kapak, güçlü bir paaat sesiyle birlikte yarım metreden fazla yukarı fırladı. Yoğurt o kadar ekşiymiş ki oluşan basınçla, kapak biraz gevşer gevşemez kuvvetle elimden kurtuldu. Kızayım mı, güleyim mi bilemedim. Bir sürü karmaşık duygu-düşünce üşüştü kafama. Bu dar vakitte yoğurtsuz kalmak can sıkıcıydı elbet. Şimdi hiç yoktan bir de market işi çıkmıştı. Ama en can sıkıcı olanı tabii ki kandırılmaktı. Bir kez daha körü körüne güvenmenin acı sonucunu yaşamıştım. O gün bu gündür Ünye’nin yaşlı teyzeleri, ağızlarıyla kuş tutsalar inandıramazlar beni hiçbir şeye.
Şimdi ne yapmalı? Yoğurt alacak yeni bir yer mi bulmalı? Burada komşuluk ilişkileri hâlâ yaşıyor; tüm ısrarlı çabalara rağmen ben pek katılacak zaman bulamasam da… Komşulara sordum, “Süt alıp kendimiz yapıyoruz yoğurdu” dediler. “Eeee, nereden alıyorsunuz sütü? Ben de süt alayım bari” dedim. Yoğurt yapabilir miymişim acaba? İstanbulluyum ya! “Yaparım tabii, ne var ki yoğurt yapmakta? Daha önce de birçok defa yapmıştım zaten” dedim, kendimden emin. “O halde sorun yok” dediler ve bir kez de onlar tarif ettiler, nasıl yaptıklarını. O günden beri yoğurdumu kendim yaparım. “Kötü komşu insanı hacet sahibi eder”miş ya, öyle oldu.
Yoğurt yapmak kolay iş de sütü kaynatmak zor. Taşırmayayım diye, kaynamasına yakın, tencerenin tepesinde bekliyorum. İnanmazsınız, buna rağmen arada bir taşırdığım oluyor. Öylece tencereye baka baka, göz göre göre taşırıyorum sütü. Çünkü sütün kaynamasını beklerken düşüncem çoktaaan başka yerlere kaymış oluyor. Tencerenin başında dursam ne olur, aslında orada değilim ki. Artık uğraş dur ondan sonra; yok ocağı sil, yok tencereyi temizle… Benim o kadar vaktim mi var!
Üstelik bir de sütün kaymağından oluyorum taşırınca. Çünkü ben onları da biriktirip tereyağı yapıyorum. Bunu insanlara söylediğimde çok şaşırıyorlar. Halbuki o kadar kolay ki. Buzlukta biriktirdiğiniz kaymağı mikserin kabına koyuyorsunuz. Üzerine biraz su ilave edip aralıklarla 5-10 dakika çırpıyorsunuz. Yağlar topak topak olunca da onları ayrı bir kaba alıyorsunuz. Sonra, elde ettiğiniz yağı, temizlenene kadar yıkıyorsunuz. İşte size halis, temiz, sağlıklı, mis gibi ev tereyağı. Nasıl ama? İyi, değil mi? Ben çok memnunum. Keyifli de oluyor. “Yakında sen inek de beslersin” diyorlar. Yok, o kadarını yapamam. Benim yapabileceğim bu kadar. Ha bir de arada sırada reçel, turşu falan yaparım, hepsi bu. Onları da hemen hemen herkes yapıyor zaten. Öyle değil mi?