Yayınlanma Tarihi: 29 Mayıs 2014 — okunma
İnsanı en güzel anlatan cümlelerden birini Alman şair Hölderlin söylemiş: “Hiçbir şey insan kadar yükselemez ve onun kadar alçalamaz.” Bernard Shaw , “Akla kara diye ayıramazsın insanları, iyilikleri de kötülükleri de karmakarışık” derken, Balzac, “İnsan noksanlarla doludur” görüşünde. Montesquieu’ye göre, “Ayrı ayrı birer ahlaksız yaratık olan insanlar, toplu oldukları zaman namuslu kişiler olurlar”. Montaigne ise, “İnsan yaratıkların en zavallısı, en cılızıdır; öyleyken de en mağruru odur” diyor.
Nasıl bir dünyada yaşıyoruz… nasıl bir ülkede? Olan biteni insanın aklı almıyor. Dünya altüst; ülke de öyle… İnsanoğlu kesinlikle balık hafızalı. Yaşananlardan asla ders çıkarmıyor. Tarihe baktığımızda görüyoruz ki asırlarca önce filozoflar, yazarlar, düşünürler, siyaset bilimcileri, devlet adamları öyle laflar etmişler, öyle değerlendirmelerde bulunmuşlar ki sanki bugünü anlatıyorlar. Fakat 21. yüzyılda hâlâ en basit insanlık sorunlarını bile çözememişse insanoğlu, demek ki bütün bu olağanüstü insanların zekâ ve düşünce ürünlerinin insana pek de faydası olmuyor.
Bu nedenle zaman zaman karamsarlığa düşüyorum. Her şey boşuna duygusu gelip yerleşiyor içime. Yapılan, edilen, konuşulan, tartışılan, düşünülen, yazılan her şey anlamsızlaşıyor. Yüzyıllardır üretilen o kadar düşünce, onca emek, onca çaba; insanı daha da yukarılara çekmek, yüceltmek için verilen onca mücadele, yitirilen yaşamlar… Bir de dönüp bakıyoruz ki neredeyse başladığımız noktadayız. Elimizde koskoca bir hiç var.
Teknoloji hızla ilerliyor ama sanki insanın zihinsel gelişimi bu ilerlemeye ayak uyduramıyor. Mesela bugünün insanının -düşünce bazında-, MÖ 469-399 yılları arasında yaşamış Sokrates’ten daha ileride olduğu söylenebilir mi?.. Ya da Platon’dan (MÖ 427-347), Aristoteles’ten (MÖ 384-322)?.. Yahut Cicero’dan (MÖ 106 – MÖ 43), Seneca’dan (MÖ 4-MS 65)?..
İnsan olabilmek çok önemli. Bir o kadar da zor. Kişi hayatta hangi işi yaparsa yapsın, o iş için yeterli donanımı kazanmadan önce, insan olabilmeyi başarmak zorundadır. Çünkü o kişi, yaptığı her neyse, insani özelliklerini, insani değerlerini dolaylı ya da dolaysız mutlaka o işe katacaktır. Ve belki de bir gün, sadece ve sadece insani değerleri ve yetenekleriyle karar vermek durumunda kalacaktır. O nedenle işin esasıdır insan olmayı başarabilmek, yani insan olabilmek.
Sözün burasında hümanizma (insancılık) düşüyor aklıma. Hümanizma denilince Türk edebiyatında akla gelen ilk isimlerden biri olan Vedat Günyol bir yazısında, “Hümanizma, bir öğreti değil, bir tutumdur sadece, bir düşünce tutumu. Hiçbir önyargıya kapılmadan, salt aklın ışığı, yüreğin sıcaklığıyla eğilmektir, insanı saygıya layık görerek, insanı ilgilendiren her konuya” diyor. Yine bir başka yazısında aynı konuda şunları söylüyor: “Hümanizma, Batılı bir yazarın dediği gibi, insanın her şeyden önce, bir insan olarak kendini; sonra da, kendisi gibi birer insan olan başkalarını, benzerlerini anlama çabasıdır.”
Galiba hümanist bakışa, yaklaşıma hepimizden çok yöneticilerin sahip olması gerek; yani gücü elinde bulunduranların, erk sahiplerinin…
Dinler de insanı sevmeyi emrediyor. Müslümanlık, insanı eşref-i mahlûkat (yaratılmışların en şereflisi) olarak görürken Hıristiyanlık “İnsanları seveceksin” diye buyuruyor. Hiç unutmamamız gereken ama hep unuttuğumuz bir şeyi, hele koltuk sahibi olduktan sonra hepten aklımızdan çıkan bir şeyi, filozof-düşünür şairler, halk ozanları bakın bize nasıl hatırlatıyorlar:
“Bu dünya kimseye kalmaz, bilesin;/ Er geç kuyusunu kazar herkesin./ Tut ki Nuh kadar yaşadın zor belâ/ Sonunda yok olacak değil misin?” (Ömer Hayyam) – “Yüce saraylar düzeyen/ İçini ma’mûr bezeyen/ Haktan artığın gözeten/ Dünya senin değildir hey” (Yunus Emre) – “Yaratmıştır insan ile hayvanı/ İnsanda emanet koydu bu canı/ Üç yüz altmış altı peygamber hanı/ Bizi kor mu ya onları alanlar” (Pir Sultan Abdal)
Gönül rahatlığıyla, vicdan huzuruyla insanım diyebilenlere ne mutlu!