Yayınlanma Tarihi: 19 Mart 2015 — okunma
Ünlü bir psikoloğumuz kadınlı erkekli, tıklım tıklım dolu bir salona hitap ediyordu. Oradan buradan, bir sürü şeyden söz ettikten sonra konuşmasının bir yerinde salona dönüp, “İçinizde erkeğin kadından üstün olduğuna inanan var mı?” diye sordu. Ön sıralardan birindeydim. Bu sorunun cevabını delicesine merak ettim. Salonun tümünü hızla taradı gözlerim. Kaç kişi bu düşüncedeydi acaba? Psikoloğumuz kaldırılan elleri teker teker saydı ve sonucu bildirdi: 11 kişi. Koskoca salonda sadece 11 kişi mi? Eee, bu çok iyi. Eğer böyleyse tabii. Ama ben buna hiç inanamadım doğrusu. Aklım ve deneyimlerim bana, bu düşüncede oldukları halde bunu açıkça ifade etmekten çekinen çok sayıda insan olduğunu söylüyordu salonda. Olsun, çekiniyor olmaları bile bir umuttu.
Ancaaak, havaya kalkan o eller arasında öyle birinin eli vardı ki beni hayretler içinde bıraktı. Bu, konuşmacı olan psikologla aynı okuldan mezun olmuş bir kadındı. Evet, bu ülkenin en ciddi üniversitelerinden birinde psikoloji eğitimi almış olan bir kadın, erkeğin kadından daha üstün olduğuna inandığını, en ön sıradan el kaldırarak ilan ediyordu. Eyvah eyvah, dedim kendi kendime, umarım kız çocuğu sahibi değildir bu kadın.
Dünyada durum nasıldır bilmem ama bizim ülkemizde birçok erkeğin, erkek çocuk meraklısı olduğunu hepimiz biliriz. Ama gözlemleyebildiğim ve öğrenebildiğim kadarıyla erkek çocuk sahibi olmak isteyen ve erkekten çok daha fazla erkek yanlısı olan hiç de azımsanmayacak sayıda kadın da var toplumumuzda. Bu tür kadınlar, sanki erkek çocukları aracılığıyla toplumdaki erkek egemenliğinden nemalanıyor, pay alıyorlar ve hor görülmüş, sindirilmiş, ikinci plana itilmiş olmanın acısını yine oğulları aracılığıyla kendi hemcinslerinden çıkarıyorlar. Onların bu tutumunun, kız çocuklarına da kadınlara da erkeğin verdiği zarardan çok daha fazla zarar verdiğini düşünüyorum. Erkek çocuklarını, onların cinsiyetlerini överek şımartan, kız çocuklarını her fırsatta “Sen kızsın” aşağılamasıyla iyi imkânlarına rağmen her şeyden mahrum bırakan birçok aile tanıdım maalesef. Toplumda da edebiyatımızda da bunun pek çok örneğine rastlamak mümkün.
Öğrencilik yıllarımı hayatımın en güzel devresi olarak hep özlemle, sevgiyle hatırlarım. Benim kuşağım idealistti, gelecek güzel günlere ölümüne inanırdı ve düşlerle, sonsuz umutla bakardı hayata. Anlatılamaz bu, yaşanır ancak; ve ne iyi ki biz bu şansa sahip olduk. İşte o yılların birinde, lise birinci ya da ikinci sınıftayken bir komşu abla, okumaya düşkünlüğümü görünce Simone de Beauvoir’ın kitaplarını vermişti bana. İlk defa duyuyordum bu yazarı. Ana teması ‘kadın’ olan, heyecanla okuduğum bu kitaplar o zamana kadar okuduklarımdan çok farklıydı. Okudum okumasına da okuduklarımı bir türlü çocuk kafamda bir yerlere oturtamıyor, içselleştiremiyordum. Havada kalıyordu okuduklarım; fantastik şeylerdi sanki… Kadınlığın felsefi yorumunu yapan Beauvoir’ın söyledikleri o yaştaki bana çok yabancı geliyordu. Aileme, yakın çevreme bakıyor, hiçbir ilişkide kadını ikinci cins olarak göremiyordum. “Babam mesainin ardından gelip evdeki işleri, yemeği de yapacak değildi ya” diyordum kendi kendime. Kaldı ki babam salatayı da balık yemeklerini de hatta kahvaltıyı da kimseye bırakmazdı zaten. Eee, dört çocukla baş edemeyen anneme zaman zaman ev işlerinde yardım da ederdi. Daha ne olsundu. Yok yok, benim anlayamadığım başka bir şeyler vardı muhakkak. Sonra üniversiteye girme telaşı başlayınca bir kenara bıraktım Beauvoir’ı.
Üniversite yıllarında birçok siyasi grubun yanı sıra feministlerle de tanışma imkânı buldum. İlk defa canlı canlı feminist görüyordum. İlginç geliyordu bu bana; yabancı da… Onlar anlatıp duruyorlardı ama ben bir türlü kendimi ikna edemiyor, “Ne gerek var ki kadınlar için ayrı mücadeleye? Kadının kurtuluşu da tüm insanlığın kurtuluşundan geçmez mi zaten?” diyordum. Dahası, o günkü kafamla çok da ciddiye almıyordum aslında feminizmi de feministleri de. Ancak yine de bu, kadın haklarının felsefi savunucusu Beauvoir’ı yeniden gündeme almama engel olmamıştı. Beauvoir’la bu defaki buluşmam beni Sartre’a, Sartre ise Camus’ye götürmüş, Varoluşçularla aramda, bugüne dek gelecek olan bir bağ kurulmasına vesile olmuştu.
Devam Edecek