Yayınlanma Tarihi: 26 Mart 2015 — okunma
Hayatın en güzel yıllarının öğrencilik dönemi olduğu düşüncesine eminim pek çok kişi katılacaktır. Ama bizim kuşağımızın çok daha dizginlenemez bir enerjisi, çok daha büyük idealleri olduğu da muhakkak. O yıllarda kendimizi, bir dokunuşla dünyayı değiştirebilecek kadar güçlü hissediyor, her şeyi yapabilecek kudrette görüyorduk. Şimdi anlıyorum ki her ne kadar okuyan, düşünen, tartışan, sorgulayan gençler olsak da bir yanımızla epeyce çocukmuşuz hâlâ. Son derece hareketli geçen bu yıllarda, ben yine kadının kurtuluşunun tüm insanlığın kurtuluşundan geçtiği şeklindeki düşüncemi güçlendirerek korumuştum.
Feministlerle zaman geçirmek, aslında onların, savundukları düşüncenin teorisine dair pek de bilgi sahibi olmadıklarını fark etmemi sağlamıştı bir süre sonra. Çoğunun bilgisi kulaktan dolmaydı ve yaklaşımıysa daha çok duygusaldı. Peki o halde nasıl oluyordu da bu düşünceyi böylesine hissederek, inanarak savunabiliyorlardı?.. Onlarla giderek ilerleyen ilişkilerimiz, sonunda çeşitli insan öykülerinin su yüzüne çıkmasına sebep oldu. Öylesine derinden etkileyen, sarsan, düşündüren ve bir o kadar da benden uzak öykülerdi ki bunlar inanmakta güçlük çekiyordum; henüz kitaplarda bile rastlamamıştım benzerlerine. Ancak bu öğrendiklerim, beni gerçeğe bir adım daha yaklaştırmış, onların feminizmi neden bu ölçüde gönülden desteklediklerini anlamamı sağlamıştı. Nasıl ki ben yaşantımdan yola çıkarak feminizme fazla itibar etmiyorduysam aynı şekilde onlar da yine kendi yaşadıklarından hareketle dört elle sarılıyorlardı bu düşünce akımına. Çünkü onlar, erkek hoyratlığını, şiddetini ya bire bir yaşamışlar, yaşıyorlar ya da yaşayanlara çok yakından tanıklık ediyorlardı. Kuşkusuz hayat, en iyi öğretendi ve bu noktada yani hayat karşısında, teoriyi iyi bilip bilmemenin pek de önemi yoktu.
Yine bu süreç sonunda fark ettim ki meğer ben, herkesin benimle aynı koşullarda, benzer ilişkiler ağı içinde yaşadığını sanmış, farklılıkları yakalayamamışım; dedim ya çocukluk işte. Meğer kökenimmiş beni kurtaran ve meğer ne kadar da şanslıymışım. Çünkü… benim geldiğim kültürde kız çocuklar, kadınlar değerlidir. Tanıyamasam da üç erkek torundan sonra, “Yetti artık, ne zaman kız torunum olacak” diye hayıflanan ve öldüğünde cebinden resmim çıkan bir dedem varmış. Babamsa arkadaşlarımın her zaman gıpta ettikleri bir babaydı; çünkü onlar babalarını ikna etmek için annelerini devreye sokarlarken bizde tam tersi olur, babam annemle aramda arabuluculuk rolü üstlenirdi. İnsan böyle bir kültürden, bu tip bir aile yapısından geliyorsa ve henüz çocuksa eğer, kuşaklar boyu sürgit devam etmiş olan bir eşitsizliği de feminizmin ne demek istediğini de kolay kolay anlayamıyor elbet.
Oldukça çalkantılı bir dönemin ardından nihayet çalışma hayatının içinde bulmuştum kendimi. Gerçek anlamda sosyalleşmem işte o zaman başlamıştı. Öğrencilik de şüphesiz sosyalleşmenin bir türüydü ama tabii ki çok daha dar kalıpları olan bir türü; hayatın genel gidişi hakkında yeterince bilgi, fikir sahibi yapmıyordu insanı. İş hayatıysa bambaşka bir çevre, yeni insanlar, yeni ilişkiler demekti; aynı zamanda da hayatla yüz yüze gelmekti. Hayatımın farklılaşmaya, işin renginin değişmeye başladığını anlamam pek zamanımı almadı. Mesela ilk olarak, cinsiyetimi hep aklımın bir köşesinde tutmam gerektiğini öğrendim; en çarpıcı olanı da buydu bence. Çünkü dış etkenler öylesine sık hatırlatır olmuştu ki bunu bana, sanki o zamana kadar cinsiyetsizmişim de ilk defa bir cinse dahil oluyormuşum duygusuna kapılmıştım. Ailemden yana yine bir sıkıntım yoktu; fakat topluma karışalı beri sudan çıkmış balığa dönmüş, sosyal hayatın tam bir bela olduğunu düşünmeye başlamıştım. Topluma uyum sağlamakta bir hayli zorlandığımı rahatlıkla söyleyebileceğim o dönemde, kadınla erkek arasında var olduğu söylenen ancak benim için görünmez, bilinmez olan o derin uçurumlar da yavaş yavaş belirginleşmeye başlamıştı gözümde.
İnsan büyük idealler besliyorsa eğer basitlikler, bayağılıklar çok daha tahammül edilemez bir hal alıyor. Kanımca hayatta en zor şey, insan ilişkilerini yoluna koyabilmektir; özellikle de işyerlerinde. Çok genç ve idealistse insan, doğal olarak bunu pek beceremiyor. Başlangıçta benim çalışma hayatım da bu nedenle sık sık kesintiye uğramıştı; bir süre çalışıyor, dayanamayıp işi bırakıyor, sonra çalışma hayatına tekrar geri dönüyordum. Tek şansım, yeniden iş aramaya başlamamla işe girmem arasında geçen zamanın çoğu kez bir haftayı bile bulmuyor olmasıydı.
Devam Edecek…