Yayınlanma Tarihi: 4 Temmuz 2015 — okunma
Dil Derneği’nin Türkçe Sözlük’ünde duyarlık “duyum ve duyguları algılayabilme yeteneği, hassasiyet” olarak tanımlanıyor. Düğüm aslında bu “hassasiyet” sözcüğünün günlük dildeki kullanımından ötede sanatçı gözlem ve bakış açısının estetik boyutunda yatıyor. Aslına bakarsanız, şair duyarlığı ile şairin duyarlığı arasında algı ve anlam ayrımı görüyorum. İlk bakışta, belki, bir anlam ayrımı fark edilmiyor gibi ama sözlerin bağlamları ve davranışsal göstergelerine biraz inildiğinde ince noktayı fark edebilir insan. Şair duyarlığı en başta sanatçının estetik düzlemdeki algılama, yorumlama ve yeni bakış açıları geliştirme sancısının günlük dildeki olağan alımlama ve yorumlama kaygılarından üst bir ruh hassasiyetine vurgu yapıyor. Böylelikle hem bir farklılığı ortaya koyarken hem de duyarlık biçimlerinin öznelliğini dile getiriyor. Kuşkusuz şairler çok yönlü ve çok katmanlı duyma ve düşünme yeteneklerine sahipler.Tarihsel duruşlarının modernize edilmiş yapısıyla baktığımızda tekil ve tek katmanlı duyma ve düşünme biçimlerinden çoğul ve çok katmanlı duyma ve düşünme biçimlerine geçişin estek savaşçıları onlar.Bundan dolayı nesneleri,olayları ve insanları yapay insani gözle değil estetize edilmiş sanatçı hassasiyetiyle algılayacaklar ve kelimeleri bu hassasiyetin içinde emzireceklerdir.Neden emzireceklerdir diyorum? Çünkü sanat ve estetik ta en başından dişildir, yaratmaya, üretmeye ve doğurmaya adanmış bir sözcüktür. Şairleri de kelimeler emzirir, duyarlıklarının genişliklerini ve çerçevesini o bizim alelade kullandığımız kelimelerin tınıları ve tarihi boyutları süsler. Dağlarca’nın bir anısında belirttiği gibi “Küçükken annemin üstümü örtüp gittiği gecelerde sözcükler gelirdi bana. Önce ayaklarımı ısıtırlar, sonra ellerimi, beni öpelerdi. Ben de öperdim onları. Birdenbire aydınlanırdı bir parmak, kolumdaki gaz lambası büyük avizelere dönüşürdü. Ben sözcüklerin nerelerden geldiklerini, evlerini, ağaçlarını, çiçeklerini düşünürdüm. Annelerini düşünürdüm sözcüklerin.”Aslında “şair duyarlığı” en son satırda gizli. Dişil doğayı sözcüklerle devindiren ve onları sürekli imge hassasiyetiyle bizlere çizen şair, elbette en önce sözcüklerin annelerini düşünecektir. Çünkü anne üretimin en başıdır, emeğin amentüsüdür.
“Şairin duyarlığı” ise lokal düzeyde bir inceleme-araştırma terimidir kanımca. Şiirine yansıyan ya da yansımayan her türlü estetik alımlama onun duyarlık alanıdır. Aslında her insanda var olan duyarlık algısının şairle anılmış ve özümsenmiş bir göstergesidir. Şair duyarlığı bir duruşu, bir cephe almayı akla getirirken, şairin duyarlığı ise bu duruş ve cephe almanın görüntülerinin dışavurumudur. Yine Dağlarca’dan örnek verelim:” Vietnam Savaşı yapıtını yazarken Vietnam ulusunun kültürünü incelemiştim. Orada şu gerçeği görmüştüm. Kamu görevlileri Vietnam edebiyatından sınav verirlermiş, başarılı olanlar işe alınırlarmış. İşte küçük Vietnam’ın kocaman Amerika’ya karşı kendisini korumasının gizi budur.”
Bütün bunların yanında şair duyarlığı iki kutuplu bir yönsemeyi de barındırır içinde. Birinci kutup şairin kendine biçtiği tarihsel ve sanatsal misyon, ikincisi ise yapıtının diğer insan-özneler tarafından estetik düzeyde algılanmaya başladığı andan itibaren onda oluşmaya başlayan bir dış-duyarlık alanı. Şiir kanatlanıp bize konduğu zaman elimizi ve gönlümüzü nereye koyduğumuz önemlidir. Duyarlık, imge, yapı üçgeninden sürekli kendini ören şairin, duyarlık alanında bizde örmeye çalıştığı insani öz veya duruş onunla aramızdaki estetik köprüdür. Çocuğun ilk sözcükleri fısıldamaya başladığı an gibidir bu köprünün üstünden geçen sözcükler. Oktay Akbal’ın bir yazısında şöyle bir söz okuduğumu hatırlıyorum. Her ne kadar her söz kısıtlayıcı ve darlaştırıcı bir öze sahip olsa da duyarlık evrenini insan-özneyle genişletmeye ve geliştirmeye çalışan şairin rotasında iyi bir gönül kitabesi olacak değerde:”Şiirler kişiyi değiştirir. İyiye, yararlıya, gerçek insanlığa doğru…”Sanatta ve özelde şiirde insanın, sesin, sözcüklerin, renklerin, nesnelerin özü sürekli bir devingenliğin içinde akıp giderken şiirin bizde oluşturmaya çalıştığı duyarlık, şairin duyarlık algısına bağlıdır. Refik Durbaş’ın 21 Mart Dünya Şiir Günü Bildirisi’nde dediği gibi ” Bir de kendisi dışında her şeydir şiir.”
Şairler sürekli duyarlık üreten ve kendisinden sürekli böyle bir görev beklenen modern-şamanlar değildir elbette. Tarih-nesne-toprak üçgeni her şeyi değiştirdiği gibi artık gezegenimize pek de yakın olmayan “duyarlık” sözcüğünün özünü de değiştirdi. Halen duyarlıklarımız var ama insana ve iyiliğe değil, şeytana ve kötülüğe akan bir duyarlık bu. İşte bu duyarlık ve algı çürümesinde Oktay Akbal’ın bir duyarlık sahnesiyle bitirelim yazıyı.
“Bir köşede iki emekliyi tavla başında, kahveci çırağını radyoda Arap havaları ararken, şair arkadaşımı en dipteki masada sigarasını tüttürürken görürdüm. Bir sandalye çeker dostumun son şiirini dinlerdim. Savaştan, yoksulluktan, hürriyetten bahseder, kahvenin en dumanlı köşesinde saatlerce Whitman’dan, Pèguy’den, Eluard’dn mısralar okur, iyi günlerin geleceğini umut eder, insanların hürriyetlerine kavuşacağına inanırdık.”
Oktay Akbal’ın bahsettiği bu kişi kimdir biliyor musunuz? Aşağıda şair duyarlığı verilen kişinin ta kendisidir. Kimliğimiz ve dışımız insanlığın neresinde?
“Yavaş yavaş geçtim kalabalıkların arasından
bir deniz çarpması gibi çoğalta çoğalta geçen
geçtiği yeri
yavaş yavaş çıktım içimden. Dokundum
yavaş yavaş acıya, kuvarsa, şiire
yavaş yavaş tarttım suyu, anladım nedir ağırlık
kokular
coğrafya.
Eğildim sonra gövdeyi tanıdım ve düzenini
gördüm sessizliğin dümdüzlüğünü
gördüm yinelemedi gördüğüm hiçbir şey
böyle yavaş yavaş geçtim insandan insana
insanlaştırdım yavaş yavaş dışımı
böyle karıştım kalabalıklara
kalabalıklaştım böylece.”