Yayınlanma Tarihi: 4 Aralık 2014 — okunma
Gece hiç gitmemiş, semaya asılı kalmış sanki… Öylesine karanlık bir gök. Saatler yalancı. Soğuk, yağmur ve kar. Güneş’siz gündüzler, Ay’sız geceler. Erkenden kararan hava ve bu yüzden dile davetsiz, vakitsiz gelen ‘iyi akşamlar’ temennileri… Bunlar hep Aralık’ın habercisiydi. Nihayet geldi. 2014’ün Aralık ayına da girdik. Karanfil Sokağı adlı şiirinde Ahmed Arif, “Asfalttan yürüsün Aralık,/ Sevmem, netameli aydır” diyor ya, ne gariptir ki benim için de hep netameli olmuştur Aralık; ben de sevmem. Bilmem neden, hayatımın en zorlu, en amansız günleri Aralık’ta yaşanmıştır. Belki de zaten kasvetli bir ay oluşudur koşulları daha da ağırlaştıran. Neyse ki her dibe vuruş yükselişini de özünde barındırır. Sabahsız gece, ilkbaharsız kış olmaz elbette. Ve insan direnirse, çifte su verilmiş çelik misali çıkar her türlü kavgadan.
Havaya rağmen yine de doğayla buluşup kuşları, denizi dinlemeli… sonra da Vivaldi’yi. Günlerdir yağıyor yağmur; hiç durmadan… Gece boyunca da sürdü yağış. Yıkanmış her taraf; yollar, çimenler, ağaçlar, taş, toprak… Kumsalın ıslaklığı bile yağmurun izlerini taşıyor; silmiş denizin egemenliğini. Caddeyle kumsalı ayıran geniş kaldırımın her iki yanında sıralanan çınar, kestane, iğde, ıhlamur, çam, taflan, incir ağaçlarını selamlıyorum ilkin. Ha unutmadan, bir de erguvan var, İstanbul’dan bir anı gibi her sabah yoluma çıkan. Bu erken saatlerde sokaklar temizlik işçilerinin, fırıncıların, işe gitmek üzere servis bekleyen çalışanların… Sahile çeviriyorum yolumu.
Deniz usul, yavaş. Dalgalar acelesiz, telaşsız. Sakin devinimlerle varıyorlar kıyıya. Taa uzaklarda, ufukta, gökyüzü koyu gri yağmur bulutlarıyla kaplı. Sahile yaklaştıkça rengi açılan ve küçücük parçalara ayrılan bulut kümeleri, bir miktar güneş ışınının yeryüzüne sızmasına izin veriyor. Bu kadarcık ışık bile denizi cıvaya dönüştürmeye yetiyor. Başı dumanlı dağların eteklerinde tüten üç bacayı fark ediyorum birden. Çimento fabrikasının bacaları olmalı. Çevreyi kirletmekle meşguller. Gidip görmüştüm. Etraftaki her şey çimento tozuyla kaplıydı; hava, ağaçlar, çimenler, binalar, çocuk parkındaki oyuncaklar…
Nedense bugün az sayıda kuş var sahilde. Küçük bir martı grubu tam denizle kumsalın buluştuğu ince çizgide bir konup bir havalanıyor. Geçenlerde bir martı sürüsünün uçarken hep birlikte pislediğine şahit olmuş, çok şaşırmıştım. Şimdi bu görüntüyü hatırlayınca gülmekten alamıyorum kendimi. İyi ki kimse yok ortalıkta. Sol tarafımda bugüne kadar gördüklerimin en irisi olan bir karga, denizin gece boyunca kumsala yığdığı çerçöp arasında yiyecek arıyor. Sağ yanımda üç beş ağaç serçesi, mutlu mesut çimenleri gagalıyor. Belli ki kahvaltılarını bulmuşlar. Evet, işte şimdi de sahne karabatakların. Yandaki kafenin denize bir dil gibi uzanan bahçesinin kenarından göründüler. Onların sayısı da az bugün. Anlaşılan, sabahın bu erken saatinde doğa henüz tümüyle uyanmamış. Karabataklar suyun yüzünde bir ray üzerinde kayıyorlarmış gibi ilerliyor ve bir süre sonra temizleniyorlarmış izlenimi veren hareketlerle toplu halde suya batıp çıkıyorlar. Kumsalda tek tek dolaşan birkaç güvercinden biri kalkıp kafenin bahçesindeki ağaçlardan birine konuyor. “… kuş rüzgârla sözleşmiştir/ yakalanmaz iki bulut arasında yağmura/ …” (Nihat Behram).
Dallarını iyice aşağıya sarkıtarak neredeyse bir çardak oluşturmuş olan iğdenin altındaki bankı seçiyorum oturmak için. O da nemli… umursamıyorum. İğde dalları görüşümü kesiyor. Hep aynı uzunluktaki boylarıyla denize kâkül olmuş dalların arasından seyrediyorum uzakları. Yağmur başlıyor hafiften… derken iri damlalara dönüşüyor. Kalkıp ağır adımlarla epeyce birikmiş sarı, turuncu, kahverengi yaprak kümeleri arasında yürüyorum. Bugün o her zamanki hışırtıları, çıtırtıları yok. Onlar da nemli. Dalından yeni kopan irice bir çınar yaprağı havada süzüle süzüle gelip ayaklarımın önünde yerle buluşuyor…
…ve günün sonunda, takvimden bir yaprak daha düşüyor.