Yayınlanma Tarihi: 25 Aralık 2014 — okunma
“Yalnızlığına kaç, dostum! Seni büyük adamların gürültüsünden sersemlemiş, küçüklerin iğneleriyle de delik deşik olmuş görüyorum. / Seninle nasıl susulacağını pek iyi bilir orman ve kaya. O sevdiğin ağaca benze yine sen, o geniş dallıya: sessiz ve dinlercesine sarkar o, deniz üstüne. / Yalnızlığın bittiği yerde pazar yeri başlar; pazar yerinin başladığı yerdeyse, büyük oyuncuların gürültüsü ve ağılı sineklerin vızıltısı başlar. / Dünyada en iyi şeyler dahi, göstereni olmazsa değersizdirler: bu göstericilere büyük adam der halk. / Halk pek anlamaz büyükten, yani: yaratıcılıktan. Ama büyük şeylerin bütün göstericilerinden ve oyuncularından hoşlanır. / Yeni değerler yaratanların çevresinde döner dünya: görünmeden döner. Oysa oyuncuların çevresinde döner halk ve şan: ‘dünyanın gidişi’ böyledir. / (….) / Pazar yerinden ve şandan uzakta yer alır büyük olan her şey: hep pazar yerinden ve şandan uzakta barınmıştır yeni değerler yaratanlar. / Yalnızlığına kaç dostum: görüyorum ki her yerini ağılı sinekler sokmuş. Sert ve sağlam bir havanın estiği yere kaç!”
Bunları söylüyor Nietzsche ‘Böyle Buyurdu Zerdüşt’ adlı kitabında (Cem Yayınevi, A. Turan Oflazoğlu çevirisi, 1998). Başucu yazarlarımdan olan Nietzsche’nin felsefesine çok yakın hissediyorum kendimi. Söylediklerine katılmamak mümkün mü? “Dünyanın gidişi” hâlâ böyle, insanlık hâlâ “pazar yerlerinin” ve onların “büyük oyuncularının, göstericilerinin” egemenliği altında değil mi?
“Yalnızlığına kaç” diyor Nietzsche; çünkü yalnızlık, yaratıcılığın olmazsa olmaz unsurlarının başında gelir. Çünkü yaratmak, düşünmeyi; düşünmekse yalnızlığı gerektirir. İnsanın bir düşünce üzerinde yoğunlaşabilmesi, kendi içine dönüp derinleşebilmesi ancak yalnızlıkla olanaklıdır. Kalabalıkların içinde ya da bir başkasının yanında yapılamaz bu. Diğer insanların sırf varoluşları bile düşünmeye engel oluşturur. Fakat yalnız kalabilmek de öyle kolayca başarılabilen bir şey değildir; çok çaba ister. Öncelikle kişinin kendisiyle barışık olmasına, kendisini seviyor olmasına ihtiyaç duyar. Ama bu da yetmez; kişinin düşünme yetisi, bildiği kelime sayısıyla sınırlı olduğuna göre bu durum belli bir bilgi birikimine sahip olmayı da zorunlu kılar. Peki ya insan kendisini sevmeyi nasıl başarır?.. Sevmek de öğrenilen, yoğun çaba isteyen bir şeydir ve kişinin kendisini tanıyıp emek vermesiyle çok yakından ilintilidir. Ve bu sevgi, o emek ölçüsünde çoğalır, değer kazanır. Kendisini değerli bulan insan ancak kendisini sevebilir. “Kişi bütün yüreğiyle ancak çocuğunu, bir de eserini sever ve nerde kişi kendine büyük bir sevgi duyarsa, orada gebelik belirtisi vardır” diyor Nietzsche. Demek ki insan en büyük sevgiyi en çok emek verdiği şeye karşı duyuyor.
Kişinin bir başkasına sevgi ya da saygı duyabilmesi de yine, kendisini sevebiliyor olması koşuluyla mümkündür. Kendisini sevip saymayan birinin başkası için bu tür duygular taşıması beklenemeyeceği gibi böyle bir insanın başka birinden sevgi ya da saygı görmeyi umması da boşunadır. Kimse kimseyi durup dururken sevmez de saymaz da. Sevgi ya da saygı kimsenin bize lütfu, armağanı değildir; biz onu kendi çabamızla kazanır, emeğimizle hak ederiz. Bir insanın bizimle ilgili iyi ya da kötü her türlü duygu ve düşüncesinin kaynağı, yalnızca ve yalnızca bizim onda bıraktığımız izlenimdir. Biri bizi sevip sayıyorsa ya da bize olan sevgisini, saygısını, ilgisini tamamen yitirmişse bunun o kişiyle pek de bir ilgisi yoktur; o sonuç bütünüyle bizim eserimizdir. Başka bir deyişle bir başkası bize değer katamayacağı gibi bizi değersizleştiremez de. Özümüzde neysek oyuz.
Kendisini seven insan, her şeyi sevebilir; çünkü sevgi bir bütündür. Yalnız kalabilmek ve sevebilmekse erdemdir. Ne mutlu yalnız kalabilenlere ve sevebilenlere!