Yayınlanma Tarihi: 19 Eylül 2013 — okunma
Ünye güzel bir yer. Yok, çok güzel bir yer. Ünye’nin dikkatimi çeken özelliklerinden biri de çeşmeleri… Eskilerin deyişiyle Ünye bir çeşmesar; yani çeşmeleri çok olan bir yer. Kısa mesafelerle ilçenin birçok yerinde var bu içme suyu çeşmelerinden; taşları öyle oymalarla, kitabelerle, heykellerle süslü olmasa da…
Benim kentimde de çeşmeler vardı… ben çocukken. Sonra suları kurudu, yok olup gittiler; taşlarını bile söktüler. Şimdi burada da zaman zaman kuruyor çeşmeler. Acaba onları da mı aynı son bekliyor? Kentleşme burada da mı su kaynaklarını kurutmaya başladı? Önlem alınamaz mı?
Çeşmeden su almak hoşuma gidiyor. Nostaljik bir durum benim için. Ünye’de yaşam, çocukluğumun kentindekine çok benziyor. Zaman tünelinde gibiyim.
Yine bir sabah erkenden vardım çeşme başına. Çeşmede bir teyze… bir bidonu elinde, diğeri muslukta dolmakta. Konuşuyor benimle oradan buradan. Bu arada doldu bidon. Doluyu alıp boşu yerleştiriyor musluğun altına. Giderken beni tembihliyor: “Dolunca al, kendininkini koy olur mu?” Olmaz mı, olur tabii. Büyük sözü dinlerim ben. Teyzenin dediğini tam yapacaktım ki 15-16 yaşlarında bir erkek çocuğu geldi yanıma. Baktım elinde kap yok. “Su mu içeceksin?” dedim, “Evet” dedi. “Gel iç!” “Yok abla, sen doldur ben sonra içerim.” “Canım olur mu, koca bidon beklenir mi, gel iç!” Israrım üzerine yaklaştı musluğa… durdu. Dönüp bana baktı ve “Bardak yok mu?” dedi. Ben şaşkın şaşkın, “Yok” dedim. “Kusura bakma” diyecektim ama hani şimdi kırılır mırılır diye tuttum dilimi. Ama öyle bir isteyişi var ki, var desem, kulplusu yok mu diyecek, o da var desem nakışlısını isteyecek.
Sonra sıra bana geldi. Bidonumun dolmasını bekliyorum mütebessim; kendimden, hayattan, insanlardan memnun olarak…
Ben bu duygular içindeyken biri yaklaşıyor çeşmeye. Aaaa, tanıdığım biri! Çok da tanıdık değil de selamlaştığım biri. Yolumun üstünde bir kafe işletiyor. Yine selam vermek üzere pozisyon alıyorum ki selamım yüzümde donuyor. Asık suratla, suçlar bir tavır ve vurguyla, başını hafif sallayarak, “Benim bidonumu alıp kendi bidonunu koydun di mi!” diyor. Hani ben, bir merhabayla başlayıp havadan sudan devam edecek ufak çaplı bir sohbet beklerken… ezberim bozuluyor. “Yok, ben almadım… şey… teyze dedi ki…” falan derken kadın yan tarafta duran boş bir bidonu alıp çeşmenin kenarına bırakıyor ve beni öylece şaşkın, kekeler halde bırakıp uzaklaşıyor. Ne oldu şimdi?.. Nasıl bir durumla karşı karşıya olduğumu anlamaya çalışıyorum. Kadının tavrını ve üslubunu aşağılayıcı buluyorum.
Onun bidonunu görmemişim; orada, yanda duruyormuş. Teyze mi acaba kadının bidonunu kenara aldı da kendi bidonlarını doldurmaya başladı? Öyle yaptıysa eğer niye kadının bidonunu koyacağına sırayı bana verdi? Sohbetimden hoşlandı besbelli. Neyse boş ver!
Boş veremiyorum. Kafam takıldı. Bu kadın neden bana bir selam vereceğine yargısız infaz yaptı?.. Ne diye, ne olup bittiğini anlamadan dinlemeden peşin peşin beni suçladı?.. Çok mu önemliydi bir bidon önce su doldurmak?.. Ha bir bidon önce ha bir bidon sonra… bu neyi değiştirirdi ki?..
Böyle düşüne düşüne eve varıyorum. Çok sayıdaki basamağı çıkıp içeri giriyorum. Yok, bu böyle olmayacak. Hazımsızlık yine başladı. Evden çıkıp yola koyuluyorum. İşte kafe. Kadın çeşmeden ayrıldıktan sonra kafeye girmişti, orada olmalı. Kafeden içeri giriyorum. Ortada kimse yok. “Kimse yok mu?” diye sesleniyorum. Önce bir delikanlı geliyor salondan, ardından aradığım kişi çıkıyor mutfaktan. “Merhaba, kolay gelsin!” diyorum. “Merhaba, buyrun” diyor. Neyse ki nazik. “Az önceki davranışınız çok gücüme gitti” diyorum ve devam edecekken hemen sözümü kesiyor: “Ya kusura bakmayın. Çok rahatsızım. Çok da acelem var…” falan filan. Bu defa sizli konuşuyor.
İyi, güzel! Bu bana yetiyor. İyi dileklerimi belirtip, söylemek için hazırlayıp da söyleyemediklerimi yanıma alıp, barışmış olarak ayrılıyorum kafeden.
Düşünüyorum… Galiba en zor şey insanlarla sağlıklı iletişim kurabilmek.