Yayınlanma Tarihi: 23 Ocak 2012 — okunma
Yaz aylarında, akşamüstleri nasıl güzeldir bilirsiniz. Benimde en büyük zevklerimden birisidir, balkonumda kurulup, TRT 4’den sanat müziği dinleyerek, akşam güneşinin karşı binaların camlarında ki, kızıllığını seyretmek.
Yine öyle bir akşam üstü, dalmış gitmişim, kulağımda inleyen nağmeler, gözlerim akşam güneşi ressamının binbir tondaki tablosunda .
Birden üzerimde bir huzursuzluk hissettim ve nasıl oldu bilmiyorum, o tablonun içinde bir çift simsiyah göz buldum karşımda. Doğrulup, derin bir nefes aldım “nerden çıktı şimdi bu?” diye söylendim. Demir kapının önünde durmuş. Ne kımıldıyor, ne bir ses çıkartıyor, öylece bana bakıyor. Önce aldırmadım, sonra çok rahatsız oldum, ”nasıl olsa çeker gider” diyerek içeri geçtim, çıktığımda yoktu.
Ertesi gün, ben yine aynı sahnenin içindeyim, güneş yine, çennetin binbir renkli kızı(!), yine müzik ve yine akşamüstü, dalmışım yine. Ve yine “o “simsiyah gözlerle, aynı yerden bakıyor bana .
Bütün keyfim kaçıyor, kaşlarımı çatıp dişlerimi sıkıyorum, “Buda ne böyle ya? Allah Allah” diye söyleniyorum içimden, ayağa kalkıyorum, öylece bakıyor bana, balkonun sonuna gidiyorum yine göz gözeyiz, çiçeğin arkasına çekiliyorum beni görmek için başını uzatıyor ve gözünü bile kırpmadan bakıyor öylece, canım sıkılıyor iyice, onu resmen kovarak içeri geçiyorum.
Daha ertesi gün yine balkondayım ama sefa filan yok, aklım onda , “gelecek mi, yine öyle bakacak mı?” diye düşünmekten hiç huzurum yok, huzurumu kaçırdığı için de ondan şiddetle nefret ediyorum.
Ve işte, aynı saatte, aynı yerde, aynı şekilde, gözlerini ayırmadan bakıyor, artık iyice sinirim bozuluyor, üstelik dün onu kovmuştum ve onu görmek istemediğimi biliyor artık, son bir kez denemek için çiçeğin arkasına gidiyorum, yerinden bir adım bile kımıldamıyor ama başını uzatıp yine o simsiyah gözleri ile öyle tuhaf tuhaf bakınca artık dayanamıyorum, elime ne geçerse fırlatıyorum, irkilip bir adım geri kaçıyor ve bana bakmaya devam ederek uzaklaşıyor. Ben arkasından bağırıyorum;
”Seni buralarda görmek istemiyorum. Nereden dadandın bilmem ki? Uğraşamam seninle, nereden geldiysen oraya git. Bir daha gelme buraya.”
Akşama eşime anlatıyorum;
”Nereden geliyor anlayamıyorum, bir anda kapıda beliriyor, demir kapının önünde durup öylece bakıyor, hayret bir şekilde bahçeye bir adım bile atmıyor, ses de çıkartmıyor, ama her seferinde, gözlerini dikip bakıyor bana, simsiyah da gözleri var, korkmuyorum ama kapıma, bacama alışmasını istemiyorum, uğraşamam” diyorum.
Eşim hiç ummadığım bir şekilde;
“gelirse gelsin, ne zararı var sana, varsın baksın, bakar bakar çeker gider, belki de yiyecek bir şeyler istiyordur” diyor.
Beklediğim desteği bulamamanın sıkıntısı ile;
“hayır” diyorum “hayır, istemiyorum buralara alışmasını, bahçemde, balkonumda gezinmesini istemiyorum, hem de hiç tanımıyoruz onu, hastalıklı olabilir, birimize zarar verebilir bir anda”
O son gün gelmemesi için dua ediyorum ama nafile, aynı saatte gelip, aynı yerde durup bakmaya başlıyor bana, artık zarar vermeyeceğinden eminim ya, demir kapıya kadar gidip, bu kez gözlerimi ben dikiyorum gözlerine;
”Gelme, git, başka bir kapı bul, ben uğraşamam seninle, git hadi, nereden geldinse, oraya git, sana kötü davranmak istemiyorum ama seni de buralarda bir daha görmek istemiyorum”
Sözlerimi anlamayacağını bile bile bağırıp duruyorum. Aramızda bir metre var yok, o kadar yakınız, istese hırlayabilir bana, ama hiç ses çıkartmıyor ve öylece bakıyor, birden çok etkileniyorum bakışından;
”Ne var, niye istemiyorsun beni? Ne olur kalayım?“der gibi yada başka bir şey, evet evet başka bir şey var bakışlarında, bir şeyler söylemek ister gibi ama çözemiyorum,
Bir süre sonra yavaş adımlarla kapıdan ayrılıp, isteksiz, isteksiz ilerliyor. Arkasından karmakarışık duygularla bakan bana son bir daha dönüp bakıyor, uzun uzun. Birden içim parçalanıyor, gidiyordu işte, günlerdir süren sinir harbi bitiyordu . Ama ben, hem o bakışların anlamını çözemediğim için, hem de vicdanım sızlamaya başladığı için kafam karmakarışık, kalakalıyordum.
Ertesi gün, aynı saatte, aynı yere gelmiyor, bense hala huzurla, huzursuzluk arası gidip geliyordum. Akşama eşim gelir gelmez konuya giriyor;
”hani senin geçen gün kovduğun köpek vardı ya, o karşıdan geçen bir sürünün bekçi köpeği imiş.
”eee”
“kaybetmişler, arıyor adamlar, bana sordular, oralarda gördünüz mü diye, meğerse o bir kangalmış,”,
”neymiş?
,”kangal, çok müthiş hayvandır o, çok akıllıdır. Geldi mi bugün yine?
“!!!
“cevap vermedin?”
“yok gelmedi”
Şaşkınlıktan ağzım bir karış açık kalakalmıştım, kangalları çok duymuştum ama onun bir kangal olabileceğini hiç düşünmemiştim,
“demek o bir kangalmış!!!Madem o kadar akıllıymış niye kayboluyor ki?”
”köpek bu kaybolur, hem yavruymuş o, daha yaşını doldurmamış, adamlar çok yanıyordu, çok aramışlar bulamamışlar.”
Artık gerisini duymak istemiyordum ve ağlamak istiyordum.
Kendinizden nefret ettiğiniz anlar olmuştur mutlaka, benim ki işte o andır. Kangal oluşu bir yana, ”yavru “olduğunu öğrendiğim andır.
Bakışlarını çözüyordum artık (eh yani), bir yavru, hem de kaybolmuş, benim kapımı yuva diye seçmişti. Ama ben izin vermediğim için bir adım bile atmamıştı, dili de yoktu ki anlatsın, onun için öyle derin derin bakıyordu.
Kangalcık bulunamamış, ben de kendimi affedemiyorum, kimse artık bana kangalları anlatmasın, ezbere biliyorum.
Ve bir kere daha anlıyorsunuz ki dururken dünya çapında şöhret olunmuyor.
Bazen düşünüyorum da, o kangalcık, o bakışlar, gerçek olamaz, hiçbir gün nereden geldiğini görmedim, son gün hariç gidişini de görmedim. Kafam hala karışık, hani var ya metafizik, fizik ötesi filan, hani masal buya, bilemiyorum.
“O” yani “KANGAL” yazıyla anlatılacak bir şey değil, resmen tanışmanız lazım.
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.