Yayınlanma Tarihi: 22 Mayıs 2014 — okunma
Başlarında baretleri, madenci kıyafetleriyle ilk tanıdığım andan beri, hep insanüstü varlıklar gibi göründüler bana maden işçileri. Her işe çıkışları yarı yarıya ölüme de adım atmak demekti. Ve onlar, emeğin, en ağır kol işçiliğinin temsilcileri, sanki başka bir dünyanın insanlarıydılar. Onları işçi kategorisinde bile değerlendiremiyordum. Köle gibiler desem… kölelik bile böylesi bir ölüm riski taşımıyor. Bir insanın her sabah ailesiyle helalleşerek işe gitmesi ne demek?..
Soma ölüm ocağı, resmi rakamlara göre, 301 evi yangın yerine çevirdi. Yüreklerimizi de. Hemen her evden bir cenaze çıktı. Bazılarından daha fazla. Orada herkesin yardıma, desteğe ihtiyacı varken Soma’da kuş uçurtulmadı. Öylesine olağanüstü güvenlik önlemleri alındı ki cenaze yakınlarının dışında kimse giremedi Soma’ya.
13 Mayıs’ta yaşanan Soma faciası sadece ülkede değil, tüm dünyada yankılandı. Düpedüz katliam olan bu olaya iktidarın, taaa 1860’lar İngiltere’sinden örnekler vererek, “Bunlar sürekli olan şeyler, bu işin fıtratında bu var” şeklindeki ibretlik yaklaşımı, elbette ki tarih sayfalarında yerini aldı. Oysaki bu cinayetin mazur gösterilecek, savunulacak bir tarafı yoktu.
Soma, yürek yakan insan öykülerine de sahne oldu. “Çizmelerimi çıkarayım mı? Sedye kirlenmesin…” diyen işçiyi, bundan böyle kim unutabilir! Bu nasıl bir ezilmişlik duygusudur ki bu insan, ölüm karşısında bile kendisini bir sedyeyi kirletmeye layık görmüyor. Aslında bu, emeği ile geçinen, yoksul insanların bu ülkede ne hale getirildiğinin de bir resmidir ve ülke olarak utancımızdır.
Ve diğer işçiler… Ölürken bile, bize unutulmayacak insanlık dersleri verdiler… “Abi beni bırak, Mahmut Abi’yi kurtar. Onun eşi hamile” diyen işçiden, madenden çıkmayı başardıkları halde arkadaşlarını kurtarmak için tekrar madene girip hayatlarını kaybeden işçilere; ölen kardeşinin sarıldığı battaniyeyi, başkaları da yararlansın diye Kızılay’a iade eden işçiye kadar birçok has insan tanıdık.
Ya yöneticiler… Onların, önüne geçilemez kibirleri, saldırganlıkları… Bu koltuklar, bu servetler… insanların akıllarını nasıl böylesine başlarından alabiliyor, anlamakta güçlük çekiyorum. Yok, yok işte, ilelebet hayat diye bir şey yok! Şan da şöhret de servet de götüremiyorsunuz öbür tarafa. Ve yalnızca insanlık kalıyor geriye. O acılı, yoksul, gariban, çaresiz insanları anlayamayacaksanız, kendinizi onların yerine koyamayacaksanız niye gittiniz Soma’ya? O insanlar değil miydi sizi yüzde 43.3 oy oranıyla açık ara birinci parti yapan? O koltuklara sizi o insanlar taşımadılar mı? Beğenip oy verirlerken milli irade olarak görülüyorlar da eleştirip protesto ederlerken neden milli irade olarak görülmüyorlar?
Bir can ne demektir, bunu anlamak bu kadar mı zor? Bir çocuğa babasının, bir anneye evladının yerine ne verebilirsiniz? O korkunç, o yoğun acılarının etkisi altındaki bu insanları, kime, ne söylerlerse söylesinler, ne yaparlarsa yapsınlar hoş karşılamak gerekmez miydi? Hiç olmazsa, daha yüzlerce ölü defnedilmemişken, o ölülerin acılı ailelerine taziyeye giderken o yüksek egolarınızdan bir milim geri adım atmayı başarabilseydiniz. O insanların güç gösterisine değil, yardıma ihtiyaçları vardı. Unutmayın, hiçbir rütbe, makam, mevki sürekli değildir. Bir gün o koltuklardan indiğinizde sizler de sıradan birer vatandaş olacaksınız.
İnsanların aşağılanmalarına, elit yapıya karşıyız diye yola çıkanlar, bugün, yoksul insanları, işçileri, emekçileri küçümsemenin, hor görmenin en âlâsını yapıyorlar. Somalılar yine de tevekkül içindeler. Başka çareleri yok çünkü. Topraklarında tarım bitirilmiş, hayvancılık bitirilmiş. Bir, maden var ekmek paralarını çıkaracakları. “Maden açılsın. Çalışmadığımız her gün, bir eksik yevmiye demek. Biz çoluğumuzu çocuğumuzu nasıl doyuracağız” diyorlar. Genel durum bu ama, madende bir daha çalışmak istemeyenler de var. “Ne iş olursa yaparız. Biz gurur yapmayız. Herkes ekmeğini taştan çıkarıyor, biz de çöpten çıkarırız” diyor bir maden işçisi. “Hakkını aradığın zaman seni kapının önüne koyuyorlar, çıkış veriyorlar sana” diyor bir diğeri.
Bizde iyileştirme çalışmalarının her türlüsüne felaketlerden sonra başlanır. Soma faciası, sözün bittiği yerdir. Şimdi daha iyi anlaşılıyor ki Soma’da ölüm, bağıra bağıra gelmişti. 15 gün öncesinden ocak, yaşanacakların alarmını vermişti ama kulak asan olmamıştı. Oysa iş güvenliği, işçi sağlığı konusunda gerekli önlemler alınmış olsaydı yüzlerce işçi hayatını kaybetmeyecek, böyle bir insanlık dramı yaşanmayacaktı. Yaşananlar hakkındaki en iyi değerlendirmeyi elbet tarih yapacak, en doğru hükmü de yine o verecek.