Yayınlanma Tarihi: 7 Kasım 2013 — okunma
Günlerden Pazar. Hava güzel, Ünye güzel, dostluklar güzel… Yakınlarımızdan oluşan bir grup, deniz kıyısına pikniğe gidecekmiş. Bizi de davet ettiler; tabii ki seve seve kabul ettik. Ancak öğleden sonra onlara katılabileceğimizi söyledik. Ne demişler: “Çağrıldığın yere erinme, çağrılmadığın yere görünme.” Kızım zaten bayılıyor doğaya, insanlarla bir arada olmaya.
Piknik malzemelerimizi küçük bir valizle sırt çantasına yerleştirip yola çıktık. İki çantayla zor olacak ama eeee ne yaparsın, “her nimetin bir külfeti” vardır. Hem sabah keyfimizi sürelim hem pikniğe rahat gidelim, ikisi bir arada olmuyor. Hazır araba varken gitmek iyiydi ya, bizim için erken olacaktı. Neyse, dolmuşla gitmeyi göze aldık. Dolmuşla gitmek de zor değil zaten. Bindiğimiz noktadan birkaç durak sonra araba boşalıyor.
Beklemeye koyulduk. İşte geldi dolmuş. Eyvah çok dolu! Bir sonrakini beklesek… muhtemelen o da dolu gelecek.
İki çanta ve çocukla bindim. Kızıma tutunabileceği bir yer gösterdim, tutundu. O iş tamam. Şimdi çantalardan kurtulmam gerek. Dolmuş o kadar dolu ki sırtımdan çantayı indiremediğim gibi elimdeki valizi de bırakacak bir yer bulamıyorum. Çantalardan bir kurtulsam dolmuş parasını ödeyebileceğim.
Tam ben bu cebelleşme içindeyken şoför koltuğunun hemen arkasındaki ikili koltukta oturan ve koridor tarafında bulunan, yani bize yakın olan bey, “Ben ineceğim, buyrun oturun” dedi. Teşekkürle kabul ettim fakat, ne o ne de ben kımıldayabiliyoruz. İnsanlar balık istifi. Onun inebilmesi için insanları yararak ilerlemesi gerek. Öyle de yaptı. Yoksa dolmuşta kalacak. Çantalarım ve ben olabildiğince geri çekilerek bu nazik beye yol vermeyi başardık.
Ama bu sırada başka bir şey daha yaşanıyor bu olaya paralel olarak. Ben, çantalardı, oturmaktı, çocuğa sahip çıkmaktı, beye yol vermekti falan derken o ikili koltuğun cam kenarında oturan 40-45 yaşlarındaki diğer erkek yolcusu, büyük bir ısrarla kızımı kucağına istiyor. “Ver ver, çocuğu kucağıma ver!” diyor. Sanırım bana yardımcı olmaya çalışıyor. Ama ben büyük kentliyim; öyle hemen istedi diye ilk defa gördüğüm bir adamın kucağına çocuk verebilir miyim! Üstelik de çocuklar konusundaki sicili bu denli bozuk bir ülkede. “Teşekkür ederim, gerek yok. O böyle iyi” diyorum ve mesafeli, soğuk bir tavır takınıyorum ki daha fazla ısrarcı olmasın. Nafile! İnatla direniyor; ille de alacak.
Bu diyalog canımı sıkacak kadar uzuyor. Sert davranıp kestirip atmak mümkün ya şimdi durup dururken tatil günü gerginlik yaratarak, ailesiyle gezmeye çıkmış insanların canını sıkmaya kimin ne hakkı var. Hem belki adamcağız saflığından ve iyi niyetinden direniyordur; belki gerçekten yardımcı olmaya çalışıyordur.
Bu böyleyken yine de kişinin -hangi niyetle olursa olsun- çocuğunu vermek istemeyen bir kadına karşı bu kadar ısrarcı olmasını anlamakta güçlük çekiyorum. Hani ikilem yaşasam, tereddüt etsem diyeceğim ki bu kararsızlığım karşı tarafa geçti de ondan ısrar ediyor. Böyle bir şey de yok. Aksine, anlayana, yanıma bir yüzyıl daha yaklaşma cesaretini kıracak netlikte bir tavır sergiliyorum.
Bu arada, önümüzdeki koltuğun boşaldığı o kısacık anda, koltukla aramda sadece yarım karış mesafe kalmışken kızımı kapıp kucağına oturtuyor. Canım fena halde sıkılıyor. Ne diye alıyorsun?.. Ben zaten oturmak üzereyim ya!.. Sırt çantamdan kurtulmaya uğraşırken bir yandan da kızıma bakıyorum; gözlerini yere indirmiş, gergin, kaskatı, öylece duruyor. Alışık olmadığı bir durum. Hemen uzanıp adeta koparırcasına alarak kucağıma oturtuyorum. Koparırcasına alıyorum çünkü adam hâlâ ısrarcı; bırakmak istemiyor, “Otursun otursun” diyor. Ya, neden otursun? Hiç tanımadığım, ilk defa gördüğüm, nasıl biri olduğu hakkında hiçbir şey bilmediğim bir adamın kucağında benim çocuğumun ne işi var?.. Ayakta dursun, yere otursun ama hiç tanımadığım, bilmediğim birinin kucağına oturmasın. Üç-dört durak sonra adam iniyor, bize gözucuyla bakarak…
Nihayet ineceğimiz yere geldik. Araç bomboş. Çantaları rahatça yükleniyorum. Gerginliğimi, kızgınlığımı, iç bunaltıcı karamsar düşüncelerimi dolmuşta bırakıp kızımın elinden tutarak iniyorum. Zihnim temiz şimdi. Evet, neredeydi bizimkiler?.. Doğru yerde mi indik acaba?.. Çok mu geç kaldık yoksa?.. Aaa evet, işte oradalar! Bize el sallıyorlar.