Yayınlanma Tarihi: 19 Şubat 2015 — okunma
O, acıların en büyüğü… evlat acısı, yüzünde donup kalmış Mehmet Aslan’ın. Özgecan’ın eli öpülesi babası, güçlükle konuşuyor ve sözlerini şöyle sonlandırıyor: “Hep masallarla büyümüşüzdür. Hep şöyle söyleniyor. Bir varmış, bir yokmuş… Ben de şöyle diyorum: Bir Özge varmış, bir Özge yokmuş.” Ve kederli gözleri o anda dalıp gidiyor kapkara derinliklere. Bundan sonra nasıl yaşayacak bu baba? Bu katlanılmaz acıyı nasıl taşıyacak? Nereden güç bulacak?.. Belki diğer çocuklarından… Özgecan’ın annesi de öyle. Ya kardeşleri ne yapacak?..
Nasıl da zor büyür bir çocuk. Onu ancak yetiştiren bilebilir. Layıkıyla yetiştireyim derseniz, dünyanın en zor işidir çocuk büyütmek. Hayatımızda bir karşılığı yoksa eğer bazı kavramların, hayatımızda bir yerlere oturtamıyorsak onları, her zaman gerektiği gibi algılayamaz, gerektiği gibi kavrayamayız. “Ateş düştüğü yeri yakar” deriz mesela. Bizler… daha düne kadar Özgecan’dan haberi dahi olmayan bizler, bugün bu kadar güçlü bir isyanla ayağa kalktığımız halde gerçekte ne kadar anlayabiliriz ki Özgecan’ın ailesinin acısını? Özgecan’dan her konuşmaya yeltendiğimizde gözlerimiz dolu dolu olsa da, ağzımızı her açışımızda koskoca bir düğüm gelip boğazımıza otursa da bir süre sonra hepimiz kendi yaşamlarımıza dönüp hayatlarımıza kaldığımız yerden devam edeceğiz. Oysa onlarınki hiçbir zaman gerçek, hiçbir zaman tam bir yaşam olmayacak. Onlar çocuklarıyla birlikte öldüler. Sadece nefes alıp vermek olacak onlarınki. Ateş düştüğü yeri yakıyor çünkü.
Hiç tartışmasız erkek hoyratlığı, nobranlığı, bu vahşi zulüm, tahammül sınırlarını çoktan aştı. Halil İbrahim geliyor aklıma, dördüncü sınıf öğrencisi Halil İbrahim. Mart 2014’te Kırklareli’de, okula gitmek üzere evden ayrılmış, üç gün sonra, elleri ayakları ayakkabı bağıyla bağlanmış, tecavüz edilmiş ve boğularak öldürülmüş halde bulunmuştu. Nisan 2014’te Kars’ta, tanıdığı birisi tarafından arabaya bindirilen, şehrin metruk bir yerinde işkenceyle tecavüz edildikten sonra o da boğularak öldürülen 9 yaşındaki Mert’i andım ardından. Ya altı yaşındaki Gizem, onu hatırlıyor musunuz? Hani yine Nisan 2014’te Adana’da, 25 yaşındaki akrabası tarafından parkta oynarken pikniğe götürüleceği vaadiyle kandırılmış, tecavüze uğramış, bıçaklanmış, daha ölmemiş olduğu halde canlı canlı yakılmış olan Gizem’i? Ve şimdi de yine hunharca katledilen Özgecan. Bu çocukların hepsi birbirinden masum, birbirinden güzeldi. Saymakla bitmiyor. Dilerim bu gerçekten son olsun.
Bu saydığımız olayların ve benzerlerinin hiçbiri sıradan birer cinayet vakası olarak görülemez. Bu tarifi imkânsız vahşetleri yapanlar ruh hastası olarak da nitelendirilemezler. Çünkü hastalık iyileştirilebilir bir şeydir. Oysa burada başka bir şey var… ki o da yapısal bir bozukluğa işaret ediyor. Yoksa bu vahşetler başka türlü nasıl açıklanabilir? Doğrusu ben, insan diyemeyeceğim bu mahlukların tedavi ya da ıslah edilebileceklerine hiç inanmıyorum.
Biliyorsunuz şimdi gündemde bu canilere verilecek cezaların tartışılması var. Herkes en ağır cezanın verilmesi konusunda hemfikir. Ama en ağır ceza ne? Her kafadan bir ses çıkıyor. Kimilerine göre hadım edilmeleri gerekir, kimilerine göreyse idam… Bir kısım görüş sahibi ise çocukların cani olarak doğmadıklarını, onları toplumun bu hale getirdiğini hatırlatıyor. Doğru tabii. Elbette bu caniler bir gecede ortaya çıkmadılar. Onları bu toplum yarattı. Peki bu toplumu kimler bu hale getirdi?.. Bir de ona bakalım isterseniz.
Bu ülkede bir zamanlar güzel düşler gören çocuklar vardı. Barıştan, kardeşlikten, sevgiden, eşitlikten, haktan, hukuktan, adaletten söz ediyorlardı. Birileri çok korktular onlardan. Bir kara fırtına kopardılar. Korkuları ölçüsünde büyüktü saldırıları. Her şey dört bir yana savruldu. Gözlerini açtıklarında bu çocuklar, o çok sevdikleri ülkelerinin enkazı altında buldular kendilerini. Kimilerinin hayatları, kimilerinin hayalleri yok olmuştu. Geriye kalanlardan çoğu bir daha hiç kendisine gelemedi; yitip gitti o toz duman içinde. Ayağa kalkabilenler uzun süre yaralarını sarmaya uğraştılar. Sonra bir de baktılar ki yıkıntı bundan ibaret değilmiş. Bildikleri, uğruna baş koydukları ne kadar değer varsa yerle bir edilmiş. İşte asıl yıkımı o zaman yaşadılar. Her şey 12 Eylül dehşetiyle başladı yani. Bugünkü Türkiye’nin temelleri o zaman atıldı.
Devam edecek…