Yayınlanma Tarihi: 12 Aralık 2017 — okunma
Son zamanlarda bir garip hüzün dalgası arada bir yoklayıp duruyor beni. Bu da neyin nesi? Nereden çıktı şimdi bu hüzün? Tüm olumsuzluklara rağmen kendimi bile hayrete düşürecek kadar umut dolu değil miyim ben?..
Françoise Sagan’ın bir çırpıda okunuveren o ünlü kitabı geliyor aklıma: ‘Hoş Geldin Hüzün’. Yazar 1953 yılında sadece üç haftada yazdığı bu romanla 1954’te Eleştirmenler Ödülü’nü kazanmış.
Sagan’ın kitabında roman kahramanı kendi elleriyle hazırlıyor hüznü. Benim sözünü ettiğim hüzünse başka türlü bir şey; benim dışımda oluşan, irademden bağımsız gelişen, ama yine de gelip beni vuran bir şey.
Nasıl anlatsam bu duyguyu… hani ağır bir hasta ziyaretinden çıkar da insan garip garip düşüncelere dalar ya… Hani az önce biri, hayatla ölüm arasındaki o ince çizgide durmuş, öylece bakmıştır size… düşüncelerinizi altüst ederek. Ne söyleyip ne söylememeniz gerektiğini bilememişsinizdir. Hastalığından konuşmak istemeyip sözü size bırakmıştır. Belki de o güçlü, iyi görünme çabasının ardındaki ‘arabasının her an balkabağına dönüşebileceği endişesini’ sezmişsinizdir. Üzmek mi istemiyor, zayıf görünmek mi, anlayamamışsınızdır da size çok ağır gelen o duygu içinde bunalmışsınızdır. Söz öylece ortada kalınca almak zorunda hissetmişsinizdir. O duygu, düşünce karmaşası içinde yine karmakarışık cümleler çıkmıştır ağzınızdan. Gidince mi, yoksa kalınca mı daha çok inciteceğinizi kestirememişsinizdir. Ve sonrasında ‘ziyaret mi bekliyor yoksa aslında kimseyi görmek istemiyor mu’ sorusuna cevap arayıp da bulamamışsınızdır. ‘Bu sorunun yanıtını belki de kendisinin bile bilmediğini’ düşünmüş, nihayet gitmekte karar kılıp ayrılmışsınızdır. İşte böyle bir duygu gelip yakama yapışan.
Ne bileyim, ya da gencecik yavrusunu toprağa henüz vermiş bir annenin karşısındaki çaresizliğinizi düşünün; gözleri gözlerinizde, onunla birlikte sözsüz, hareketsiz, umutsuz kalışınızı…
Veya hiç beklenmedik bir yerde ve hiç beklenmedik bir zamanda, uzun yıllar dostluklarına inandığınız insanların gerçek yüzlerini ele verişlerini yaşamışsınızdır da bu sarsıntının şiddetiyle ansızın yerle bir olmuştur iç dünyanız. İşte buna benzer bir duygu sarıp sarmalayan beni.
Bazen de bir şarkı fena çarpar ya insanı, etkisi yıllarca bile sürebilen bir hüzne boğar, işte öyle bir şey.
İnsan bir kere düşmeyegörsün hüzne, artık sonrasında her görüntü, her ses sizi ona taşır: Soğuk bir havada eczanenin kapısındaki paspasa kıvrılıp yatmış köpek de, ödevini ertesi güne yetiştiremeyeceği kaygısıyla gözleri dolan çocuk da, bir filmin duygusal bir sahnesi de…
“Hüzün zaman zaman deli dalgalarla gelir/ Gönlümün kıyısına vurur/ Aşınan kayalar gibi ruhum/ Yorgun suskun öylece durur/ Islak kumlara yazılmış hikâyeler/ Ummana karışır silinir yavaş yavaş/ Her dalga ömrümden bir şeyler koparır/ Ağır ağır sönen gönlüm / Sakin koyları özler/ Son kum tanesi olana kadar/ Hüzün zaman zaman deli dalgalarla gelir/ Gönlümün kıyısına vurur/ Son kum tanesini alana kadar”
Cansın Erol ‘Hüzün’ adlı şiirinde ne güzel anlatmış hissettiklerini. Şiirden daha etkili nasıl ifade edilebilir ki duygular?
Güzellikleri günden güne kaybediyoruz. Toplum acı içinde. Ülkede yaşanan her türlü dehşetin çok sayıda örneği televizyon kanalları aracılığıyla döndürüle döndürüle pompalanıyor evlerimize. Her türlü elemi yükleniyoruz. Ateş sadece düştüğü yeri yakmıyor şimdi her yeri, herkesi sarıyor. Artık ne insanlara ne de hayvanlara yapılan kötülükleri izlemeye katlanabiliyorum. Ülkemde ülkemi özlüyorum. Kendimi bambaşka, uzak, karanlık diyarlara düşmüş bir yabancı gibi hissediyorum. Kötü yönetilen bir ülkenin mutsuz insanlarından biri olmak mıdır acaba insanı hüzne boğan?
Çok mu geç kaldık? Bu ülke toparlanıp kendine gelebilir mi ki?.. Ekonomi belki de en kolay onarılacak olanı, ya bozulan sosyal yapıyı, insan psikolojisini nasıl düzelteceğiz?
Bilinçli olarak dayatılan gündeme kendimizi fazlaca kaptırıp, özümüzü oluşturan değerlerin önce unutturulup sonra da yok edilmelerine meydan vermemek için iyi ve güzel olan her şeyi hatırlamakta, hatırlatmakta sayısız yarar var. Aksi halde yozlaşma, soysuzlaşma, arsızlaşma, cehalet hiç gitmemecesine çöreklenip kalacak başımıza.
Hüzün süreklilik kazanır ve derinleşirse melankoliye dönüşür mü? Onu en iyi konunun uzmanları bilir elbette ama Sabahattin Ali’nin Melankoli şiirine diyecek söz yok sanırım. Ne hoş bir sözcük seçmiş şair: Melankoli. Şiirsel bir sözcük hatta tek başına bile şiir gibi, şarkı gibi bir sözcük. Ezgisi var.
“Beni en güzel günümde/ Sebepsiz bir keder alır./ Bütün ömrümün beynimde/ Acı bir tortusu kalır./ Anlıyamam kederimi,/ Bir ateş yakar derimi,/ İçim dar bulur yerimi,/ Gönlüm dağlarda bunalır./ Ne kış, ne yazı isterim,/ Ne bir dost yüzü isterim,/ Hafif bir sızı isterim,/ Ağrılar, sancılar gelir./ Yanıma düşer kollarım,/ Görünmez olur yollarım,/ En sevgili emellerim/ Önüme ölü serilir…/ Ne bir dost, ne bir sevgili,/ Dünyadan uzak bir deli…/ Beni sarar melankoli:/ Kafamın içersi ölür.”
Kitap okumayan, şiiri neredeyse hiç okumayan bir toplumuz. Ancak bu şiirleri çoğu insan bilir. Şarkı sözü olarak bilir. Bunlar bestelenmiş şiirler. Elbette bu kadar güzel sözlere kayıtsız kalamazdı besteciler. Şarkı olarak da tanısalar, insanların böyle hoş dizelerden haberdar olmaları iyi bir şey kuşkusuz. Ne yapsak acaba, bütün şiirleri bestelesek mi?
Şiir okuyan insan güzel insandır. Yoksa şiir okumak mı insanı güzel kılar? Şiir gibi insanlar olup şiirsel hayatlar yaşamak dileğiyle…