Yayınlanma Tarihi: 4 Haziran 2015 — okunma
Bu kadar kuş cıvıltısına ve böcek sesine rağmen deniz nasıl da mışıl mışıl uyuyor. O da umudu kesmiş anlaşılan bahardan yazdan ve kapanmış içine. İlaç niyetine olsun bir yudum güneş yok. Güneş de küsmüş sanki bize, doğmam diyor ben böyle ülkenin üstüne… Şimdi o, sadece bulutların ardından denize vuran silik, mat bir gölge. Ne demeli?.. Ülke yönetimine uyum sağlama inanında hava da besbelli; o kadar berbat yani…
Yokuşun bittiği yerden köşeyi dönünce, bizim sokak… Bacakları yaşlılıktan iyice çarpılmış bir adamla karşılaşıyorum döner dönmez. Kafasını kaldırmış, sağındaki çok katlı binaya bakarken yakalıyorum onu. Hemen arkasından “Ermeni evi” sözcükleri dökülüyor ağzından. Acaba bunu bana mı söyledi, yoksa kendi kendine mi konuşuyordu? Anlayamadım. Sadece o ev değil ki daha bir sürü Ermeni evi var burada; belki mahallenin yarısı… Ermeni evlerini, Ermeni kiliselerini gördüm de hiç Ermeni’ye denk gelmedim her ne hikmetse. Bu bana, buralarda da büyük bir göçün yaşanmış olabileceğini düşündürüyor ister istemez.
Hâlâ kullanılan çok sayıdaki tarihi evin yanı sıra bir o kadar da metruk olanı var. Çiçekli çiçeksiz envai çeşit yeşilliğin fışkırdığı taş bahçe duvarlarının ardındaki evleri otlar bürümüş. Yıkık dökük bu sahipsizliği her görüşümde, “Kim bilir neler yaşandı burada?.. Ne hayatlar geldi geçti içinden?..” diye düşünmeden edemiyorum. Hele bazı yerlerde üçü beşi bir arada oluyor ki işte orada zamandan tamamen kopup tarihin içinde kayboluyorum. Şimdiyse bu metruk evlerin, geceleri uyuşturucu kullanıcılarına mekân olduğu söyleniyor.
Tombul bir sarman geçti önümden salınarak… Peşi sıra çöp konteynırından atladı bir tekir. Birden bir kadın haykırışı çınlattı ortalığı. Boşlukta yankılanan sesi, parçaladı sessizliği. “Fadimeeee!” “Efendiim!” “Geldin mi Fadimee?” “Ben öbür Fadime’yiiim.” “Gelmedi Fadime di miii?” “Gelmediiii!” “Tamaaam.” Kadın, balkondan balkona sesleniyor ama arada en az yüz metrelik bir mesafe var. Sesin yayılmasına çok uygun olsa da ortam tabii ki metrelerce öteden seçemiyor arkadaşını.
Bir komşu kadın, kapısının önüne oturmuş, duvara bitişik duran dikdörtgen biçimindeki beton çiçek saksısının dibini karıştırıyor. İyice yaklaşınca görüyorum ki eve çıkan dört-beş basamaklı merdivenin ona en yakın basamağında çamura belenmiş, irili ufaklı bir sürü bozuk para var. Ve o hâlâ topraklı elleriyle saksının dibinden bozuk para çıkarmaya devam ediyor. Selam verip hatırını sorunca benimle sohbete duruyor. Hiç kuşkusuz ona da havalardan şikâyetleniyorum. Öyle bir sızlanma ki benimki aksini düşünse bile, onaylamamasının mümkünü yok. “O paralar da neyin nesi? Saksının dibinde ne arıyor? Kim, ne zaman, niye koydu ki onları oraya?” diyemiyorum çok merak ettiğim halde. Nedense, bunu sorarsam onu utandırırmışım hissine kapılıyorum. ‘Neyse ne. Onu da öğrenmeyiver’ diyorum kendi kendime.
Bu komşumun oturduğu ev de eski bir Ermeni evi. Küçücük bir alana kurulu fakat çok sevimli, şirin mi şirin, içinden merdivenli üç katlı bir yapı; tripleks yani… İlk gördüğümden beri çekiyor ilgimi. Hatta bir gün, sahipleri kapının önünde otururlarken (ki burada hâlâ bazı insanlar baharlarda ve yazda kapılarının önünde oturup komşularıyla sohbet ederler) bu duygumu onlarla paylaşıp evin içini çok merak ettiğimi söylemiştim. “Ne zaman istersen gel, hiç çekinme” demişlerdi ya ben bir türlü vakit ayırıp gidemedim ne yazık ki. Şimdi de bana o konuşmayı hatırlatıp, “Hani evi görmeye gelecektin, hâlâ gelmedin” diyor. Evlerinin değerini onlar da biliyorlar. Söylediklerine göre çok büyük paralar teklif ettikleri halde vermemişler.
Bir yudum dahi güneş yoksa eğer, en azından bir damla insan sıcağı olmalı, öyle değil mi? Güneşli günler diliyorum hepimize; güzel, aydınlık, ışığı bol günler…