Yayınlanma Tarihi: 27 Ağustos 2015 — okunma
Ülkemiz yangın yeri. Kan üzerinden siyaset yapanlar git gide artıyor. Her gün şehit haberleri milletin vicdanını sızlatıyor. Bir şehidimizin ağabeyi acısıyla infial halinde. Onun tepkisi gündeme bomba gibi düşürülüyor. Ardından onu haklı bulanlar, haksız bulanlar medyada gövde gösterisine başlıyorlar. Onu odak noktası yapıp millet önünde sürekli nefret söylemleriyle birbirlerini suçluyorlar. Bir parti mensubu memleketin bilim yuvası ODTÜ’ye niçin gittiyse PKK GÖREVE pankartıyla karşılanıyor. Atatürkçü olduğunu söyleyen bir derneğin mensuplarınca destek gördüğü medyaya yansıtılıyor ve yine karşıt gruplar bu konuyla ilgili birbirini suçlama yarışına giriyorlar. HDP lideri PKK’ya silah bırak çağrısı yapıyor. Ancak aldığı cevap ülkeyi karıştırmak isteyenlere hizmetin açık itirafı: Çatışmayla bir yere varamayacağımızı biz de biliyoruz ama artık geri dönemeyiz(!) Cumhurbaşkanını, hükümet mensuplarını, parti liderlerini suçlamalar ardı ardına geliyor. En kötüsü de millî mutabakat yapması gereken parti liderleri birbirlerini teröre destek veya taraf olmak ve kan üzerinden siyaset yapmakla suçluyorlar. Ülkenin birliğinin sembolü Sayın Cumhurbaşkanı bile çeşitli suçlamaların hedefi. O da bu duruma ancak tepki gösteriyor. Birliğimizin sembolü olarak herkesi toplayıp uzlaştırmayı sağlayamadı, tek çare seçim diyor. Düşünüyor ki millet pişman oldu, kendi kurduğu partiyi tekrar tek başına iktidar yapacak. Ya yapmazsa ne olacak? Kaosa mı yelken açacağız?
Biz bu filmi görmüştük: 12 Eylül 1980 öncesinde milletin evlatları fraksiyonlara bölünmüş birbirini boğazlıyorken siyasetçiler taraf olmuş, hep birbirlerini suçlarlardı. Hatırlayalım: Ordu Eski Valisi Reşat Akkaya için muhalefet partisi milletvekili Sayın Ertuğrul Günay “Vali, defolup gitmelidir.” demişti. Yıllar sonra Ak Parti Bakanı oldu, şimdi de onun en büyük muhalifi. Merhum Süleyman Demirel, o kadar ileri gitmişti ki göz göre göre “Bana sağcılar da suç işliyor dedirtemezsiniz.” bile diyebilmişti. Sonra ne oldu? Fatsa’ya askerî operasyon yapıldı, çok geçmeden de darbe oldu. Bitiverdi suçlamalar. Haklı haksız birbirine karıştı. Tutuklamalar, işkenceler… derken 1984 yılında bu sefer doğuda olaylar başladı. Millete yüzyıllardır rahat yüzü göstermeyen şer güçler olduğunu bilmesi gereken politikacılar, bugüne kadar olayların bu noktaya gelmemesi için bir millî mutabakat sağlamaya çalışmadılar. Atatürk’ün “Türk milleti millî birlik ve beraberlikle güçlükleri yenmesini bilmiştir.” sözünün gereği uzlaşmayı sağlayamadık, sağlayamıyoruz, çok yazık! Niye? Ego derdimiz var, en büyük benim, iktidar ben olmalıyım duygusunun tutsağı olmuşuz. Ey milletim! Senin kaderin mi kalbi egosuna tutsak siyasetçiler? Yüzyıllardır süren bu kötü kaderin ne zaman değişecek?
Bir çözüm süreci vardı, bir gizli el geldi Suruç’ta bomba patlattı, Ortadoğu’nun Arap saçına doladı bizi. Çözülmesi için millî birlik ve dayanışma gerek ama yok, olmuyor. Niye? Seçim olacak, beyler iktidar hayaliyle yarışa girecek, milletin parası çar çur edilecek. Olmaz böyle şey, önce kanı durdurun, bırakın birbirinizi suçlamayı. Millet uzlaşma diyor, uzlaşma(!)
37 yıl önce adalet ve kalkınma davamız var dediğim Vebal romanımdan bir seslenişi sunmak istiyorum size: “Suçlamaktan vazgeçelim birbirimizi. Bize bunu yaptıran gizli eller var. Söyledim, tekrar söylüyorum: Oyuna geliyor fikir savunması adına herkes, iktidar muhalefet birbirini suçladıkça büyüyor olaylar. Yeter artık, uyanalım; iplerimizin ucunu gizli ellerden çekip kurtaralım!”
Şimdi iki elinizi başınızın arasına alın ve lütfen düşünün: Seçim mi, millî mutabakatla çözüm mü? Millî vicdandan haykıran bu soruya cevap verin!