Yayınlanma Tarihi: 18 Aralık 2014 — okunma
Çarşının dar caddelerinde yürüyorum. Kış mevsiminin bu ayında çok nadir görünen güneşin bahşettiği bir avuç ışıklı sıcaklığı yakalayıp yaşam enerjisine dönüştürmeye çalışıyorum. İnsanlar günün telaşı içinde -kimi hızlı kimi yavaş- bir yerden bir yere gidip geliyorlar. Gürültü de trafik de büyük şehirlerdekini hiç aratmıyor hani. Bu arada kendimi Ünye’deki toplumsal yaşam üzerine düşünürken buluyor, gözlemlerimden birtakım sonuçlar çıkarıyorum. Mesela…
…mesela Ünye’de insanların büyük çoğunluğu kabile hayatı benzeri bir yaşam sürdürüyor. Topluluk halinde yaşıyorlar. Buradaki ev kadınları genellikle yalnız dolaşmazlar. Yanlarında mutlaka akrabadan ya da komşudan bir ya da birkaç kadın bulunur. Sakın abarttığımı düşünmeyin, neredeyse uyku dışında günün her saatinde beraberler. Birlikte kahvaltı eder, birlikte alışverişe çıkar; misafirliğe, fatura yatırmaya, bağa bahçeye, hastaneye postaneye pastaneye hep birlikte giderler. Tek başına dolaşma becerisine sahip olanlarsa ancak çalışan kadınlar ve öğrenciler arasından çıkar. İlk bakışta bize bu görüntüyü sunan tablonun özüne inildiğinde de durum bundan farklı değildir. İnanın bu yaşam biçimini sadece izlemek bile başımı döndürmeye yetiyor. Doğaldır ki her altyapı kendi kültürünü yaratıyor ve hiçbir şey ekonomiden bağımsız olarak düşünülemez.
Oysa böyle yaşamak, benim için yok olmak… evet evet, yok olmak demek. Yalnızlığı severim ben; okumayı, düşünmeyi, müzik dinlemeyi, film izlemeyi, kendimle baş başa kalıp iç dünyama yolculuklara çıkmayı… Ne diyor Nietzsche: “Komşunuzu kendiniz gibi sevin, ama ilk önce kendini seven kişiler olun; büyük bir coşkuyla seven, büyük bir hoşgörüyle seven!” Elbette arkadaşlıklar, dostluklar başımızın tacı; ama hayatların da kişisel sınırları olmalı öyle değil mi? Bu kadar iç içe geçmiş ilişkiler yorar insanı, öldürür hatta. Böylesi görüşmelerde tadına varılamaz ki sohbetlerin… hem zaten sohbet de kurulamaz ki.
Düşüncelerimi desibeli yüksek bir müzik dağıtıyor. Caddenin genel uğultusundan kurtulmayı başarabilen bu asi sesin kaynağını merak ediyorum. Bir arabadan mı taşıyor? Yahut bir dükkândan? Hayır, ikisi de değil. Giderek yükselen sesin geldiği noktaya dikkatlice baktığımda ise orada, sağ elindeki bastonuna dayanarak neredeyse bir ayak boyu adımlarla ilerleyen iki büklüm olmuş yaşlı bir adamdan başka bir şey görmüyorum. Acaba ondan mı yayılıyor bu ses? Ama nasıl? Omzundan çapraz bağlayarak sırtına ve göğsüne birtakım eşyalar asmış olan bu yaşlı adamın yanından geçerken rahatsız etmemeye özen göstererek göz ucuyla şöyle bir bakıyorum. Evet, bize bu bangır bangır türküyü dinleten küçük portatif radyo onun boynunda asılı. Bu görüntüyü yakalayabilen herkes, bir an kendi düşüncesinden sıyrılıp gülümseyerek ona bakıyor, sonra da yoluna devam ediyor.
Gözlerimi radyodan çekip yaşlı adamın yüzüne çeviriyorum. Bakışları yere dönük. Dünyadan bu kadar uzakta olabilir mi bir insan, ayakları böyle yere basarken?.. Yüzünde nasıl bir sükûnet, nasıl bir huzur var, anlatılamaz. Şu koskoca gezegende tek başına yürüyor sanırsınız, o aynı ağır aksak temposuyla. Bir an onun bu hali endişelendiriyor beni. Ne yapacak, nasıl ilerleyecek şimdi? Adımlarımı yavaşlatarak onu izliyorum. Dar caddelerin oluşturduğu kavşaklardan birine gelince duruyor ve son derece dikkatli, rahat hareketleriyle beni şaşkınlık içinde bırakarak yolun karşısına geçiveriyor. O zaman anlıyorum ki benim dikkatim onunkinden daha dağınık.
Ne var ki bu yaşlı adam kendisiyle birlikte düşüncemin de yönünü değiştiriyor. İlkin, “Yazık, gençliğe özgü gururla başı dönmüş, güçsüz ve cahil yaratıklar yaşlılığı görmüyorlar” diye bağıran genç Buda’yı düşürüyor aklıma; ardından da, “Hayat, oldukça uzun yıllar sürmüş olan erginlerle ihtiyarları meydana getirir” diyen Proust’u. Simone de Beauvoir’ın düşüncesine göreyse, “İhtiyarlık kadar beklenmedik, ihtiyarlık kadar akla gelmeyen hiçbir şey yoktur”. Bana sorarsanız, bu kadar kavgalı, bu kadar savaşlı bir dünyada artık yaşlanmak da herkese nasip olmayan bir ayrıcalıktır. Siz ne dersiniz?..