Yayınlanma Tarihi: 6 Kasım 2014 — okunma
Peyami Safa’nın en çok tanınan, en çok basılan otobiyografik eseri Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, daha ilk satırlarında insanı yüreğinden yakalıyor: Çocuklar hastanesi, hasta çocuklardır söz konusu olan… Safa, “Küçükler çok benzeşirler: Korku ile acının derinleştirdiği anlayışlı gözler, yaşlarına nisbetle ağır tecrübelerin kırıştırdığı ve soldurduğu mânalı yüzler, tahammülün düşürdüğü başlar, ve ümit… / Muayene odasının kapısına ümitle bakarlar” diyor.
Türk edebiyatının klasikleri arasında yer alan Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, Peyami Safa’yı sekiz yaşındayken sol dizinden yakalayıp, on yedi yaşına kadar fiziksel ve ruhsal tarifsiz acılar içinde kıvrandıran ve bacağını kesilme noktasına getiren kemik veremi hastalığıyla mücadele ettiği yılların hatıralarıdır.
Okuyup düşünür düşünüp okurken aniden, -bu uzun süreli ağır hastalıkla boğuşan ergenin yalnızlığına daha fazla dayanamayıp- bir sıçrayışta romanın içinde buluyorum kendimi; o kederli, korkulu, acılı, hüzünlü çocuğun hemen yanı başında… Hastane hastane, koğuş koğuş, doktor doktor dolaşıyorum “ağaçların bile sıhhatine imrenerek yürüyen” o çocukla. Dertlerine ortak olamasam da tanıklık ediyorum ağrılı, sancılı, buhranlı, hastalıklı genç yıllarına. “Hastahane hayatı dışarıdan yalnız bir koku ile ayrılıyor. Bu koku hastahanenin ruhudur” diyor hasta çocuk. O çok nefret ettiği; eter, iyot, ifrazat kokuları karışımı hastane kokusunu ben de duyuyorum genzimde. Onunla yüzümü buruşturup onunla baygınlık derecesine geliyorum. Onunla seyrediyorum hastanedeki o çok bıktığı beyaz nesneleri; beyaz örtüleri, beyaz önlükleri, beyaz sargıları… Onunla sancılanıyor, kederleniyor, onunla kuruntulara kapılıyorum. Üstelik bu hastalıklı bünyeye bir de aşk acısı ekleniyor. Sağlam bir bünyenin bile dayanmakta onca zorlandığı bu acı türü, hastalıklı bir bünyeye neler yapmaz ki! Nitekim öyle de oluyor ve doktorların tüm çabasına rağmen hastalık giderek ilerliyor.
Hiç şüphesiz fiziksel hastalıklar ruhsal çöküntülerin daha da derinden yaşanmasına neden oluyor. Hastalığının etkisiyle daha da kırılganlaşan, hassaslaşan bu bunalımlı ergenin iç dünyasında fırtınalar kopuyor. Peyami Safa’nın edebi kalemiyle adım adım, satır satır dolaşıyorum hasta çocuğun ruh derinliklerinde. Mesela şöyle diyor çocuk, sevgilisi Nüzhet’in kendisine yalan söylediği vehmine kapılarak:
“Öyle bir yaşta idim ve öyle bir mizaçta idim ve çocukluğumda o kadar az oyun oynamıştım ve aldatmasını o kadar az öğrenmiştim ki, yalan bana suçların en ağırı gibi geliyordu; ve bir yalan söylendiği zaman insanların değil, eşyanın bile buna nasıl tahammül ettiğine şaşıyordum. Yalana her şey isyan etmelidir. Eşya bile: Damlardan kiremitler uçmalıdır, ağaçlar köklerinden sökülüp havada bir saniye içinde toz duman olmalıdır, camlar kırılmalıdır, hattâ yıldızlar düşüp gökyüzünde bin parçaya ayrılmalıdır filân… Zavallı mürâhik… / Nüzhet bana yalan söyledi.” Safa, bu “Nüzhet bana yalan söyledi” cümlesini bir şiirin tekrar mısraı gibi ara ara birkaç kez tekrarlıyor ve ekliyor: “Dünyanın hiçbir Nüzhet’i yalan söylememelidir.” Sadece Nüzhet’ler mi, hiç ama hiç kimse yalan söylememelidir.
Bir çırpıda okunan Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, acı ekseninde kurulu bir roman ve yazar 1930 yılında yapılan ilk baskısını arkadaşı Nâzım Hikmet’e ithaf etmiş. Kitabın sonlarında, “Büyük bir hastalık geçirmeyenler, her şeyi anladıklarını iddia edemezler” diyor Peyami Safa.
Ben de diyorum ki insanı acı kadar olgunlaştıran başka bir şey yoktur yeryüzünde.