Yayınlanma Tarihi: 25 Temmuz 2015 — okunma
İnsanoğlunun kendisini yine kendi yarattığı değerlerle sınadığı, vahşetin ve acının kendisini içten içe çürüten bir savaş makinesine döndürdüğü zamanlarda, vicdan çürük bir et gibi dolaşırken toprakların üstünde gelecekte hatırlanacak ve anlatılacak uzun susuşları biriktiriyordu zaman…
Vahşetin ve acının Habil ile Kabil’den beri meşru hayatımıza kopmaz kodlarla girmesiyle beraber artık insan vahşet ve savaş makinesidir aslında. Kutsal inanışlar, simgesel değerler, toprağın kutsallığı gettolar, sınırlar, savaşlar, sömürgeler ve eşitsizlikler yaratmıştır aramızda…
Kendi kaderini bile tayin edemeyen kırmızı montlu çocuğun doğru zamanda ve yanlış yerde hayatını bağışlayacak bir Tanrı’yı araması zamana ve mekana sığmayan bedenlerimizin paradoksunu imler bize…
Yığınların arasında gettoda ilerlerken ne yanında annesi ve babası ne de bir yakını vardır kırmızı montlu çocuğun. Güleç yüzüyle belki de ne olduğunu daha tam anlamıyla idrak edemeden insanlığın kendi soyunu öldürerek baki kalabileceği düşüncesinin çürük karanlığını yaşamaktadır…
Getto… Kırmızı montlu çocuk… Çürüyen bellekler… Üçü yan yana gelemeyecek kadar aykırı uçlarda gözüken bu kavramları ancak bir masum çocuk ayakta tutabilir. Ölümün yakınlığını ve korkunun şiddetini bir çocuk kadar hissedip ne yapabilir ki tek başına, kaderin ve tanımadığı bir sürü insanın onun için çizdiği bu tarihi oyunun içinde…
Siyah-beyaz karelerin içinde kırmızı montlu küçük kız çocuğunun simgeselliğini anlayabilmek için kırmızının çağrışımlarına gönderir bizi vicdan yaralarımız. İki seçeneğin insana dayatıldığı iki kutuplu dünyada faklı olmanın yaratacağı dram mıdır vicdanımıza seslenen? Kırmızı kanın mı yoksa hayatın mı rengidir?
Saklanır ve kaçar kaderinden kırmızı montlu küçük kız. Kader Tanrı’nın anlattığı kadar masum değildir. Av olmayı seçmemiştir ancak av sözcüğünün yabanıllığı insanın ürettiği modern köle değerlerinin yanında çok insancıl kalır…
Sürü eteklerini gettonun soğuk ve siyah sokaklarında. Karanlığı ve kimi zaman açlığı düşünmeden yalnızca Tanrı’ya sığınır. Sığınacağı tek adres ya vicdanlı bir yürek ya da Tanrı’dır. Vicdanlı bir yüreğini bulmak kırmızıyı taşımak olacağı için bu savaşın ve şiddetin modasına aykırıdır zaten. Siyah ve yeşilin toprağı ve ölümü çağıran soğukluğu, kırmızıyı öldürdüğünde kutsar ancak…
Sürür eteklerini ve bir el arar kendine. Büyüklerin hep kurşunları ve bağırmaları vardır hep. Onların elleri başka şeyleri uzanmıştır. Ders almamızı istermiş gibi nice kara tahtalar kurulur önümüze. Ancak öğretmenler hep karanlıktadır…
Ve atlarız kırmızı montlu çocuktan nice çocuğun acı ve sürgün içinde geçen yalnız ve acımasız kaderlerden başka bir yaşam sürgününe. Simgeler anlatılarımızın dostlarıdır İki çocuğun tel örgülerin diğer uçlarından tanışıklığı savaşı ve acıyı beklemektedir…
Yanlış zamanda ve doğru yerde buluşan farklı hayatların aynı vicdanlı çocukları büyüklerin dünyayı paylaşma savaşının daha ne olup olmadığını bilmeden tel örgülerin ve ırkın ötekileştirmedeki mantıksızlığını sezerler yavaş yavaş…
Tel örgüler… Gökyüzünü kaplayan yanmış insan derileri… Politikanın ne kadar çürüdüğünün ve çirkinleştiğinin en açık kanıtıdır. Çünkü insanlar politik ve salt çıkarcı düşündükleri için acıyı ve şiddeti bir kontrol ve yönetim mekanizması olarak görürler. Biz sadece birbirimize baksak insani yönümüz bizi yönetenlerin politik ülkülerinden temiz sonuçlar doğuracaktır…
Çizgili pijamalı çocuk “Yanında yiyecek var mı?” diye sorduğunda tel örgünün diğer tarafındaki çocuk vicdanı büyüdüğünde hangi yemeği insanlardan kaçmadan yiyecektir. İşte bu, ahlakın ve vicdanın sınandığı en hassas yerdir. Kara tahtanın önünde sınavı geçen ulusların tarihinde bu ve bunun gibi sorulara verilecek yanıtlar politik çıkar, sömürge paylaşımı ve simgesellerin aşırı iktidarlaşması değil de eşit ve insani bir paylaşıma çevrilseydi belki bugün babalar ve anneler çocuklarının gözünün önünde öldürülmeyecekti…
3841 yaka numaralı çocuk babası eskiden bir saatçilik yapan bir Yahudi’nin çocuğudur. Tel örgünün diğer tarafındaki üstü başı düzgün 8 yaşındaki Alman subayının çocuğunun ise yakasında numara yoktur ama bizden çocuğun imgesindeki iyilik ve paylaşma kodlarının oluşturduğu binlerce 3841’i yakamıza işlememiz istenir.
Aslında her şey bir kurabiyenin paylaşılması kadar sıradan ve vicdanlıcadır. Ancak egemen ve politik izolasyon gücü kendi erkinin kalıtsal büyüklüğünü vurgularcasına çocuğun dünyasına önyargılar ve ötekileştirme doldurdukça paylaşan da bu güce ve egemene boyun eğme korkusuyla yüz yüzedir. Kendi soyunun acısına sebep olur ve kendini çocukça bir içgüdüyle yalıtmış sanır korkularından…
Kırmızı mantolu küçük kız ile çizgili pijamalı çocuk aslında bizleriz. Yüce simgeler, politik ve ülküsel çıkarlar için vicdanımızdaki Habil’i öldüren siyah melekleriz hepimiz. Kutsal kitapların insan yaşamını yücelten ayetlerini bilip de kendimizi ve çocuklarımızı diri diri mezara gömmeye yeminli küçük ve acınacak yaratıklarız aslında…
Sevginin konuşmadığı yerde kardeş, kardeş öldürüyorsa kusura bakmayın ama şeytan sayısı insan sayısını geçmiş demektir. Yüce politik nesnelerin bizi bize yabancılaştırdığını çocuklar üzerinden okumak vicdanları az da olsa titretse de Kabil’den beri insanlar hep başka bir kurban…
“İbrâhîm
içimdeki putları devir
elindeki baltayla
kırılan putların yerine
yenilerini koyan kim”
Keyifli ölümler her İbrahim için….