Yayınlanma Tarihi: 16 Eylül 2020 — okunma
Bitlis Erkek Öğretmen Lisesinde göreve başlayalı fazla olmamıştı. Bir yandan meslektaşlarımı, bir yandan öğrencilerimi bir yandan da çevreyi tanımaya çalışıyordum.
Farkı bir yerde insan belli zaman yerini yadırgar. Zaman çok şeye ilaç olduğu gibi bu duruma da alıştırır insanı. Yavaş yavaş…
Günlerden bir gün okulun koridorlarında dolaşıyordum. Muhtemel öğlen arasıydı. Etrafta pek kimse görünmüyordu. O sırada daha önce görmediğim bir kişi okulun kapısından girdi. İlk rastladığı öğretmenlere bir şey söyledi. Çok kısa geçen bu konuşmanın ardından merdivenleri tırmanmaya başladı.
Hızlı adımlarla merdivenleri tırmanırken yakınımda buluna bir öğretmen arkadaşa rastladı. Selam verdi ve “Ben Mustafa Naim Coşkuner. Müdür Beyin odası nerede?” diye sordu. O an okulumuza yeni atanan bir öğretmen olduğunu anladım. Zaten biraz sonra da benim yanımdan geçecekti.
Birkaç adım atıktan sonra yay yana geldik. Artık gideceği yeri bildiğinden benimle çok şey konuşması gerekmiyordu. Bir an durdu. Yorulmuş bir ses tonuyla “Ben Mustafa Naim Coşkuner. Resim öğretmeniyim. Müdür Beyin yanına gidiyorum, görüşürüz” dedi.
Ben de “Ben Zeki Ordu, bütün derslerin öğretmeniyim, görüşürüz” dedim. Maksadım dikkatini çekip çıkınca muhabbet etmekti. Yoksa benim dediğim gibi bir şey olamazdı. Yanımdan ayrılıp bir iki adım atınca birden durdu. “Nasıl yani” dedi. Ben “Siz işinizi halledin konuşuruz” dedim.
Daha sonra aynı öğretmen odasını paylaştık. Anlaştığımız ve anlaşamadığımız konular vardı. İkimiz de bunu biliyorduk. Buna rağmen aynı düşünmediğimiz şeyler aramızda hiç problem olmadı.
Ortak taraflarımız neyse ona göre hareket, sohbet ederdik. Hiç tartışmadık. Doğum günlerimiz arasında bir gün vardı. Aynı mevkide futbol oynamışız. Estetik açıdan zevklerimiz aynıydı. Elbette iki insan tıpatıp birbirine benzeme ihtimali yoktur. Bu eşyanın tabiatına aykırı zaten.
Aramızda derin bir ayrılık olmasın diye yan yana iken sosyal konulara girmezdik. Hayata ve insana dair muhabbetimiz olurdu. Öğretmen de olsak çok uzaklardaydık ve bir arkadaşımız olmalıydı.
Çoğu tabloları yaparken onu takip ettim. Fırçayı eline alıp tuval üzerinde gezdirirken çizdiğ yerlerde yaşıyor gibiydi. O şen kişiden eser kalmıyordu. Bazen durup sohbete devam ettiğinde yine ilk halini alıyordu. Yani resim yaparken ki haliyle normal hali aynı değildi.
Bir gün M. Mevlüt Selçuk adında bir öğrencim bana bir tablo yapmıştı hediye olarak. Tabloyu Mustafa Hocaya gösterdim. Şöyle bir baktı. Elini tablonun muhtelif yerlerine koydu. Bunu yaparken öğretmen odasındaydık. Sonra bana dönüp , tablodaki okulu göstererek “okulun badanasını bir ton koyulaştırsın” dedi. Ben de bunu Mevlüt’e söyledim. Mevlüt Mustafa Hocanın dediği şekilde değişiklik yaptı.
Ben tabloyu tekrar Mustafa Hocaya gösterdim. Bana dönerek “Çok güzel olmuş” dedi. Tablo bir fotoğraftan uyarlama idi. Ben o tabloyu hala saklıyorum. Çünkü öğrencimin el emeği vardı. Ben meslek hayatım boyunca belki ders olarak çok başarılı olamamış olabilirim ama öğrencilerime karşı sevginin yanında hep saygı da duydum.
Günlerden bir gün Bitlis merkezde gezerken bana bir haber geldi. “Seni İl Milli Eğitim Müdürlüğünden çağırıyorlar” diye. Mustafa Hoca da yanımdaydı. Benim o an kravatım yoktu. Çünkü o saat dersim yoktu ve şehirde geziyorduk. Orada okula çok yol vardı. Mustafa Hoca hemen kravatını çıkardı ve bana uzattı. Bana dönerek “ O kadar yoku bir kravat için yürüme” dedi. Ben ondan kravatı alıp boynuma taktım. İşimi hallettikten sonra kravatı geri vermek istedim. Bana “Sana yakıştı sende kalsın” dedi.
O kravatı tam otuz yıldır saklıyorum ve bir şekilde her sene en azından bir hafta kullanıyorum.
Yani Bitlis’te çok hatıra biriktirdik. Şimdi görev yaptığım yerlerdeki hatıraların bazılarını kaleme alıp, onları “Beş Diyar” adında kitaplaştırmayı düşündüm. Çünkü beş yerde görev yapmıştım. Bunlar alfabetik olarak Akkuş, Bitlis, terme, Tirebolu ve Ünye.
Bakalım ne zaman sona erecek.
Gelelim Bitlis’teki son günüme.
Günlerden bir gün Ünye’ye tayinim çıktı. O gece Mustafa Hoca ile sabaha kadar konuştuk. Yine elimde fırça ve önünde bir tuval vardı. Gecenin geç saatlerinde bitirdi. Yaptığı o tabloyu bana hediye etti. Ben o tabloyu da hala saklıyorum.
O zamanlar cep telefonu yoktu. Bir ara evlendiği haberi geldi. Yaklaşık yirmi yıl sonra bir şekilde çalıştığı okula ulaştım. Okulumun telefonu bıraktım. Az bir zaman sonra vefat haberi geldi.
Ne demişler. Kendi gitti adı kaldı yadigâr. Allah rahmet eylesin. Hatıraları bende saklı.
Bizim verdiklerimiz mi?
O da onda saklıydı…
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.