Yayınlanma Tarihi: 1 Şubat 2021 — okunma
Bitlis’te yeni olduğum zamanlar. Ben hem okula hem şehre alışmaya çalışıyorum.
Okulun ilk günleri. Nerde kalacağımı bilmediğimden yeteri kadar eşya getiremedim. Bir süre Bitlis Öğretmen Evinde kaldıktan sonra belletici öğretmen olarak görevlendirildim. Bu da hep okulda kalacağım demekti.
Adettendir ilk girdiğimiz sınıflarda karşılıklı tanışma faslı olur. Yaklaşık 15-20 dakikayı bulan bu sürenin ardından öğretmenler dersleriyle ilgili bilgi verir. İlk girdiğim sınıflarda ben de öyle yapıyordum.
Artık kalacağım yer belli olduğuna göre ihtiyaç olan bazı şeyleri satın alabilirdim. Ordu’dan geldiğim için kısa zaman içinde memlekete gidip dönme şansım yoktu. Gidiş yaklaşık bir günü buluyordu. Bu durumda iki günüm yollarda geçecekti ki bu da çok zahmetli bir işti.
Ders programımız belli olmuştu. Nöbet günlerimiz etütte görevli olduğumuz zamanlar elimizdeki haftalık ders programında belirtilmişti.
Nöbetler, derslerin en az olduğu günlere yazılıyordu. Nöbetçi öğretmen dersi olmadığı zamanlar okulu terk edemiyor; bir mazeretten dolayı okulda bulunmayan öğretmenlerin yerine görevlendiriliyordu. Bu görevlendirme ders işlemekten çok, sınıfta ihtimal bir disiplinsizlik olmasın diye yapılıyordu. Ayrıca öğretmenler bu durumda eğitim öğretimden tutun da hayata dair birçok konuda konuşma yapıyordu. Bir nevi dolaylı bir rehberlik dersiydi.
İlk nöbet günümde, okul idaresi bir sınıfın öğretmeni olmadığını söyledi. Ben de hemen o sınıfa gittim. Kısa bir konuşmadan sonra kürsüye oturdum ve onları serbest bıraktım. Çok saygılı ve disiplinli öğrenciydiler. Hepsi de kendine göre önemli gördüğü veya tam hazırlanmadığı derslere çalışıyorlardı. Ben de oturduğum yerden onlara bakıyordum. Sinek uçsa duyulacak gibiydi.
Herkesin sessizce çalıştığı, neredeyse nefeslerin bile duyulacağı bir ortamda bulunmanın verdiği yalnızlık hissiyle lise yıllarıma gittim. Bir an o sıralarda oturduğumu hayal ettim. Zihnimde geçmiş senelerim resmigeçit yaptılar. Arkadaşlarımızla gülüştüklerimiz, münakaşa ettiğimiz, yazılılarda ter döktüğümüz, boş derslerde okuldan kaçtığımız, gönlümüzdekilere üzerinde pulu olmayan mektuplar yazdığımız, üzüldüğümüz ve sevindiğimiz yılları hatırladım.
Her birinin oturuşuna ve yüz ifadelerine göre geçmişimi hayal ettim.
Şu ön sırada oturan delikanlı bana matematik derslerindeki dikkatimi hatırlattı. Ön cam kenarında oturan öğrencim, soracağım sorudan önceki tavırlarıma benziyordu. Orta grubun önündeki kişinin ruh hali kimya derslerinde; iki gazdan nasıl su olduğunu düşündüğüm zamanlardaki halim gibiydi.
Sağ arkadaki öğrencimin hali hasta hasta okula geldiğim zamandaki halime benziyordu. Onun önündeki öğrencim ise edebiyat dersinde, bir beytin edebi sanatlarını düşünür hali vardı üzerinde. Sağ arkadaki bir ressam edasıyla oturuyordu. Onun iki önündeki hayalinden dünya turuna çıkmış gibiydi.
Ya o tek oturan öğrenciye ne demeli? Kesin anne ve babasının rahatsızlığı gelmişti aklına ve şimdi ne haldeydi onu düşünüyor gibiydi. Şu ara sıra tavana bakan öğrenciye ne demeli? Gönlünü kaptırdığı kişiye daha açılamamış olmanın sıkıntısı vardı üzerinde. Onun yanındaki de “Ne olacak bu bölgenin geleceği” der gibiydi.
Ne zaman ve hangi hayalin kurulduğunu en iyi kişi kendisi bilir. Ben de öyle dalmış onlar yerine hayal kuruyordum. Her hayal geleceğe dairdir. Her umut yarınlara dairdir. Yıllar geçer hayaller aynı kalır. Sadece hayallerin sahipleri değişir. Dün Ahmet’in kurduğu hayali bugün Mahmut kurar. Tek benzer tarafı her yaşın hayalini hemen hemen aynı olmasıdır.
Bu hayal kurma işi ne kadar sürdü bilmem ama o sükûnetin içinde insanı ürperten teneffüs zili beni kendime getirdi. Tabii hayallerimi de alıp götürerek.
Hayalleri korumak lazım. “İnsan, âlemde hayâl ettiği müddetçe yaşar” demiş, Yahya Kemal. Siz siz olun hayallerinize sahip çıkınız…